2 Mayıs 2017 Salı

ADORNO , DEBORD VE BAUDRILLARD'DA KÜLTÜR VE SANAT

ADORNO, DEBORD VE BAUDRILLARD’DA KÜLTÜR VE SANAT
Yrd. Doç. Engin Ümer

ÖZET

Theodor Adorno, kültür endüstrisi düşüncesinde sanatı ‘sığınak’ olarak görmüş, sanatın kitle kültürünün etkilerini azaltma ve onun işleyişinin dışında kalması gerektiğini önermiştir. Guy Debord, “gösteri toplumu” düşüncesiyle her şeyin bir gösteriye dönüştüğünü ve sanatsal ifadenin kişisel bir deneyim olarak insanlara ‘durumlar’ yaşatacağını düşünmüştür. Debord’un önerdiği “durum estetiği”, neo-kapitalist toplumlarda gösteri haline gelen her şeyin içerisinde bir tazelenmenin bulunabileceğe karşılık gelmekteydi. Jean Baudrillard ise “simülasyon” düşüncesiyle gerçekliğin aradan çekildiği imgeler dünyasında yaşanıldığını söylemiş, göstergelere dönüşmüş olan yaşantı içinde sanatında uyumlaşmış olduğunu iddia etmiştir. Bu çalışmada üç düşünürün kilit kavramları ve önermeleri ile sanata getirdiği tanımlar ele alınacak ve bazı açılardan eleştirisi yapılacaktır. 

CULTURE AND ART AT ADORNO, DEBORD AND BAUDRILLARD

ABSTRACT

In his thoughts regarding culture industry, Theodor Adorno described art as a “refuge,” and suggested that the effect of mass culture on art should be minimized, and that art should remain outside mass culture’s influence. In his views on the “society of spectacle,” Guy Debord described that everything in present-day culture is turned into a spectacle, and that artistic expression is a form of individual experience that allows people to experience different “states.” According to the concept of the “esthetic of state” proposed by Debord, everything that is turned into a spectacle in neo-capitalist societies can lead to a form of rejuvenation. In his views regarding the concept of “simulation,” Jean Baudrillard stated that people experienced a world of symbols from which reality fades away or is absent, claiming that art helps harmonize a life and existence filled with symbols. In this study, we will evaluate the key concepts and theses proposed by three philosophers along with the definitions they bring to art, and discuss them from a critical standpoint. 

GİRİŞ

Alanlaşmaların (bilim, sanat, felsefe gibi) görüldüğü ve bunların kendi özerkliklerini meydana getirdiği bir proje olarak modernleşme her alanın kendi sınırlarını çizmesine olanak verirken alanların sınırlarını sürekli olarak belirlemek (mesela “sanat nedir?” sorusu gibi) ve sınırlarını korumak (mesela sanatın toplum için mi yoksa sanat için mi olduğu tartışması gibi) zorunda bırakmıştır. Bu durum özgürlük vaadi kadar şeyleşmenin, yabancılaşmanın, homojenleştirmenin, metalaşmanın sürekli kol gezdiği ve kurumsal düzeyi olan iktidardan söylemlerde saklı, görülmesi imkânsız olan iktidar düşüncelerine kadar yönetilen bir kültürü de karşımıza çıkartmaktadır.

Böyle bir kültürde sanat ya kültürün bu düzenlerine uygun şekilde düzenlenmekte ya da tersi şekilde kültüre uyum göstermemektedir. Bugüne kadar gelen ve olmazsa olmaz olarak kabul gören eleştirel sanat, politik sanat ve eylemci sanat gibi kategorilerle sanatsal pratikler kültürden duyulan sıkıntıları, kültürün soykütüklerini yaparak, ideolojilerin illüzyonlarını ifşa ederek ve dışlananların seslerini duyurarak ifade etme yoluna gitmiştir. Bir zamana ait olanları dirilten veya bir yol haritası olarak bunları kullanan, nostaljik şekilde kültürü kurma isteğinde olan, geleceğe dönük bir proje olarak kültür düşünceleri öneren kültürün kendi işleyişlerini kökten değiştirme arzusunda olan ya da bir başka yol olarak kültürün düzenlerinin kaygan noktalarını kullanarak anlık dönüştürmelere neden olan, kültürü performatif hale getiren, kodlarının güçleriyle oynayan sanat tavırları, kültürün hoşnutsuzlukları olarak anlam kazanır. Buna karşılık ise özellikle yirminci yüzyılın ortalarından itibaren eleştirel gücü olmayan, piyasa değerleriyle kolaylıkla uyumlaşan bir sanat fikri de yaygın bir söylem halini almıştır.

Eleştiren ve oturmuş tüm değerleri yıkma arzusunda olan sanatın ardından sanatın sadece tüketim kültürüne hizmet ettiği düşüncesi keskin, genelleyici ancak yaygınlık gösteren bir fikirdir. Böyle bir fikrin (buna ‘sanat sıkıntısı’ da denilebilir)sanata dair eleştirisi, onun sahici olmayan ve kolaylıkla şeyleşebilen, içeriği gibi biçiminin de dağılabilen bir karakter göstermekte olduğudur. Sanat, yönetilebilen ve etkilerinin nereye varabileceği önceden belirlenebilen bir etkinliktir artık. Elbette bu düşünceler göz doldurur şekilde haklılıklar taşırlarken, piyasa-sanat, sanat kurumu-sanat gibi karşıtlıklar etrafında da şekillenmektedir. Bu gibi düşünceler moderniteye veya modern olmaya içkin bir tavrın ürünü olarak da görülebilir. Bu çalışma ise bunu örnekler şekilde kültür ve sanat ikilisi içinden sanatın durumlarını ele almayı amaçlanmaktadır.

Bu çalışmada kültür-sanat ikilisi üzerinden düşünen üç farklı ancak kimi yönlerden birbirlerini izler gibi duran üç ismin, Theodor Adorno, Guy Debord ve Jean Baudrillard’ın düşünceleri ele alınacaktır. Bu üç ismin gereklilikleri sanatın değişimlerini kültürün değişimleri olmadan düşünmemeleridir. Bu bakış açısı günümüzdeki ‘sanat sıkıntısının’, eserler karşısında onların sadece piyasaya angaje olduklarını düşünmenin nedenlerinin sahici sanatın ve sanatçının kalmadığı gibisinden açıkçası bir üst dil haline gelmeye müsait ve dolayısıyla da başka bir tahakküm düşüncesine dönüşebilecek bir duruma karşılık başka perspektifler sunmaları ya da düşünmeye davet etmeleriyle değerlidirler. Üçünün de sanata verdikleri roller, her ne kadar Baudrillard’ın karamsar söylemleri diğerlerinden farklılık gösterse de, aynı zamanda sanatın kültür içindeki konumlarını düşünmede değerlidir. Bu çalışmada da bu düşünürlerin bazı anahtar kavramları ve bağlantıları ele alınırken önerilerinin betimlemesi ve kimi yönleriyle eleştirisi yapılacaktır

Kültürün Üretimi ve Sahnesi

Frankfurt Okulu, kapitalizmin meydana getirdiği kültürü ve onun etkilerini incelemeyi amaçlarken gittikçe güçlenen ve adı kitle kültürü olan bir düzeneği karşısında bulmuştur (Jay, 1989: 69-75). Adorno ve Horkheimer, “Aydınlanmanın Diyalektiği” adlı eserlerinde tüm bu sürecin başlangıcının aydınlanma düşüncesi olduğunu öne sürerek onun köklü bir eleştirisini yapmışlardır (Adorno ve Horkheimer, 2010). Daha sonraları Adorno’yla anılacak olan ‘kültür endüstrisi’ düşüncesinin de ilk kez geçtiği bu kitap, kısaca aydınlanmanın akla verdiği özgürleştirici gücün aslında yeni bir tahakküm meydana getirme ile sonuçlandığını ve bu tahakkümün kültürün her yerinde varlık gösterdiğini anlatmaktadır.

Adorno için kültür endüstrisi, kitle iletişim araçlarının (telefon, radyo, telgraf gibi) meydana getirdiği bir ortamın içinde kültürün, bireylerin ve sanatın yaşadığı değişimleri anlatmaktadır. Kitle iletişim araçları iletişimin ve bilginin yayılım göstermesiyle yeni bir evrenin oluşmasında önemli olurlarken, aynı zamanda demokrasi illüzyonunu da var etmişlerdir (Adorno, 2009: 48). Bu yanılsama basitçe, bir şeyleri gizlemeyen, bireylerin böyle bir düşünceye bile kapılmalarının engellenmesi adına her yere nüfus eden etkidedir. Propaganda düzeyinde kalmayan kültür endüstrisi, özneleşme sürecine de müdahildir (Ray, 2014: 246). Ancak kültür endüstrisi bu etkileri meydana getirirken kendisi tamamen gizleyen bir gizemli el gibi işlememekte, şeffaflaşan bir karakter de göstermektedir.
 
Tekel koşullarında tüm kitle kültürü kendi içinde özdeştir ve bu kültürün iskeleti, yani tekel tarafından imal edilen kavramsal ana hatları belirlemeye başlamıştır. Dönemin başındakiler, tekelin varlığını ört bas etmek konusunda artık kaygı duymamaktadır; öyle ki varlığı itiraf edilirken ne kadar arsız olunursa gücü o kadar artar. Sinema ve radyo günümüzde kendilerinin sanatmış gibi göstermek zorunda değildir. Herhangi bir işten farklı olmadıkları hakikatini, bilerek ürettikleri zırvaları meşrulaştıran bir ideoloji olarak kullanırlar. Onlar kendilerini endüstri diye adlandırırlar ve görevin başındaki genel müdürlerin gelirine ilişkin rakamlar kamuya ilan edildiğinde, tüketime hazır ürünlerin toplumsal gerekliliği konusunda kuşkular dağılır (Adorno, 2009: 48).

Yüksek kültür ile düşük kültürün birleştirildiği ve zayıflatıldığı kültür endüstrisinde her şey birbirine benzemektedir (Adorno, 2009: 110, 47). Benzerliğin üstünü ise sürekli olarak kitlelerin kendisine sunulanları kabul etmesi için ilgilerini diri tutan her şeyin yeni ve farklı olduğu kanaati örtmektedir (Adorno, 2009: 109). Kültür endüstrisi bireylere sunduğu sürekli yenilik illüzyonu kadar kültürel birikimleri kökten etkilemesiyle de önemli bir olgudur.

Modern hayatın yeni kültürü olan kültür endüstrisi her türlü eylem ve bilincin kökenidir. Bunu da aydınlanmayla olan karın bağından, akılcılaştırmanın sonucu olan pragmatik ve araçsal akıl ile gerçekleştirir. Adorno için kültür, aydınlanma döneminin ertesinde yükselen burjuva ile nötrleşmiş, “mevcut olana karşı sivriliği törpülenmiştir” (Adorno, 2009: 132). Çünkü kültür endüstrisi de her şeyi planlayan ve hesaplayan, olağan dışı unsurların kendince var olmalarına izin vermeyen bir işleyişe sahiptir. 1960 yılında “Kültür ve Yönetim”de Adorno, özneleşmenin “nesnel disiplin”le, uzmanların düzenlediği bir yönetim içinde gerçekleştiğini ve bireyin kültürü tüketirken onun tarafından da manipüle edildiğini yazar (Adorno, 2009: 147). Bütünleşmiş ve kontrol edilen, uzmanlarınelinde varlık bulan kültür, “maddi yaşamın yeniden üretilmesine, kelimenin tam anlamıyla insanın varlığını sürdürmesine, onun yalın varoluşunun korunmasına yarayan her şeyin” karşısında olmaktadır (Adorno, 2009: 122, 123). Kültürün yönetiminde alanlaşmalar ile farklılıklar tamamen sona erdirilirken bürokrasi her şeyi kapsayan düzenini de yayar. Bu yüzden sürekli olarak yönetim, uzmanlar üretmeyi amaçlar. Eğitim uzmanlık amacıyla kurgulanır. Kişisel beceriler ve yetenek uzmanlaşma için yeniden nitelikler kazanır (Adorno, 2009: 127).

Kültür endüstrisinin sarmaladığı her şey kendi içinde erimeye mahkûmdur. Adorno, kötümser bir tonla bir dizi kategorinin kültür endüstrisinde nasıl elendiğini, nasıl içinin soğurulduğunu şu şekilde ifade eder:
 
Kültürel kavramının olumsuzlanması, kendini hazırlıyor. Bunun başlıca bileşenleri: özerklik, kendiliğindenlik, eleştiri gibi kavramların hükümsüzleşmesi. Özerklik: çünkü özne, bilinçli karar vermek yerine, önceden belirlenmiş olana boyun eğmek zorundadır ve bunu ister; çünkü geleneksel kültür kavramı uyarınca kendisi yasa koyması gereken tin, salt var olanın ezici talepleri karşısındaki güçsüzlüğünü her an deneyimler. Kendiliğindenlik ortadan kaybolur: çünkü bütünün planlanması bireysel heyecandan önceldir, onu önceden belirler, bir görünüşe indirger ve özgür bir bütünü doğurması beklenen güçler oyununa artık hiç tahammülü yoktur. Son olarak eleştiri de yok olur, çünkü kültürel olanın modelini giderek daha çok belirleyen bu süreç içinde, eleştirel zihin, makinedeki kum kadar rahatsızlık vericidir (Adorno, 2009: 140).

Okuyucusunun bu pasaja yöneltebileceği soru, her şeyin kolaylıkla plana dâhil edildiği yerde bunun karşıtının yaşama gücünün olup olmayacağıdır. Adorno, birkaç sayfa sonra bu soruya kendiliğinden olanın, planlanmamış olanın varlığı her ne kadar olağan olsa bile onun da kültür endüstrisi içinde konumlandırıldığı şeklinde cevap verir. Öyle ki özgürlük bile kurgusal bir hal alabilmektedir (Adorno, 2009: 144). Kendisine ait bir alan ve bir dil meydana getirmesi adına planlanmamış olanın kültüre içkin yönetim tarzlarından kaçmanın yolu neredeyse mümkün değildir

Adorno gibi Guy Debord’da modernizmin teknikleştiğini düşünenlerdendir (Debord, 1996: 28). 1960’lı yıllarda Debord, kültürün gösteri halini aldığını, onun temsillerle varlık bulduğunu ve imgelerin kökensiz hale gelerek birer gerçeklik ürettiğini düşünür. Kültür, kapitalist sistemde bölümlenen, “yapma” ile “kavrama”nın birbirinden ayrımlaştığı, emeğin küçük parçalara dağılarak yeniden bir araya getirildiği ve yabancılaşmanın yanılsamalı şekilde kapatıldığı bir alandır (Canjuers ve Debord, 2011: 324, 325). Debord, gösterinin “hem bizzat toplum olarak, hem toplumun bir parçası olarak ve hem de bir birleştirme” aracı olduğunu yazarken kültürün işleyişini, tıpkı Adorno’daki gibi, varoluş ile ilgili görür (Debord, 1996: 14).

Gösteri, deneyimlerin nesneleşerek konserve edilmiş halidir. Gösteri, duyumsal dünyanın yerine geçmesi, “en mükemmel duyumsal olarak kabul” edilmesidir (Debord, 1996: 14, 25). Kapitalist pazarın palazlandığı on dokuzuncu yüzyılda metanın büyüleyici hale gelmesinin diğer bir adı olarak gösteri, metanın esas olan yönüdür (Debord, 1996: 30). İhtiyaçlar, çeşitlendirilmiş göz alıcı metalarla farklılaştırılırken, metayı saran ve belki de onu aşan gösteri, tüketici hale gelen bireyin içine düşeceği yanılsamalarla devamlılık göstermektedir (Debord, 1996: 29).

Gündelik hayatın üretiminde kapitalist kültürün metalarla sarmaladığı dünya, sadece tüketime dönük bir eylem pratiğini sunmamakta gündelik olanı da üretmektedir. Debord’un ‘gösteri’ kelimesi karşılıklarından birisi de budur. Gösteri, modern teknolojinin ürünü olan görüntüler ağı değil, onların içerdiği görme rejimleri ile beraber “metanın duyumlar ve öznelliğe bütünleştirici bir şekilde nüfuz ettiği dönemde şeyleştirilmesi(dir)”, yani “kapitalin duyumsal olarak bölünemez bir hale getirilmiş ve ‘haz’ olarak doğallaştırılmış gücüdür” (Roberts, 2013: 107). Gösteri toplumu da kitle kültürünün bir başka görünümü olarak “maddileşmiş ideoloji”ye karşılık gelmektedir. Öyle ki bu durum, Adorno’nun kültür endüstrisinde ifade ettiği gibi, bireyin bilinçdışı yapısını etkiler güçtedir (Yibing, 2012: 90). Debord’un kültür düşüncesi, Adorno’nun kitle kültürünün dışarısına çıkılamayacağı düşüncesine bu açıdan benzemektedir. Çünkü gösteri, toplumdaki her şeyi kapar. Bu nedenle kültürün kendiliğinden üretimine değil, kendiliğinden olan duyumsamanın bile varlığına izin verilmez.

Debord’un kapsayıcı kültürü, Jean Baudrillard’ın düşüncesinde kültürün geldiği olağan bir durum şeklinde anlam kazanır. Tarihsel bir süreç içinde kültür, geldiği evrede farklı kültürel yaşantılar ve öneriler olmadan varlık bulmaktadır (Gottdiener, 2005: 66). Baudrillard, gelinen noktaya verdiği isim olan ‘simülakrlar düzeni’ni, tarihin bir seyri gibi dönemlere bölerek okuyucuya anlatır. Bu tarihsel dönemselleştirme “biçim kopyalama”nın olduğu Rönesans dönemi, “üretim”in hakim olduğu sanayileşme dönemi ve “kodun belirleyici” olduğu simülasyon düzeni şeklindedir (Baudrillard, 2002: 78).

Baudrillard, ilk dönem düşüncesinde tüketim toplumunu meta-gösterge teorisiyle ele alır (Featherstone, 1996: 120). Bu teorik bakış, kültürün arka planında ekonominin değil, kültürel boyutun kendisine yönelir (Gottidiener, 2005: 66). Tüketim toplumu düşüncesi sanayi kapitalizmden bu yana gelen tüketim düşüncelerine ek olarak bireylerin arzularına seslenen bir meta düzeni olduğunu, bireylerin göstergesel düzeyde de bir tüketim içinde yaşadığını, gerçekliğin ise estetize edildiğini anlatmaktadır (Featherstone, 1996: 119). İşte bu estetize ediş (bu fikrin Frankfurt Okulu’na yabancı olmadığı unutulmamalıdır) kültürün genel karakterini, gerçekliğin etkilerinin azaltıldığını göstermesi adına önemli bir nokta sunmaktadır.

Adorno’nun şahit olduğu kapitalist düzen “bu kez her şeyi (yaşamın tüm alanlarını) denetlemek isteyen, sibernetik özellikler taşıyan neo-kapitalist bir düzene geçmiştir” (Baudrillard, 2002: 94). Kapitalizm ile beraber birey, nesnelerle kuşatılırken sadece nesneleri kullanmayıp onlarla kimliğini kazanmakta ve onlarla varlık bulmaktadır. Buna karşılık Baudrillard’ın önerilerinden biri öznenin konumunu nesnenin ona hâkim olması şeklinde yeniden düşünmeye davet etmek ve öznellik hallerinin sürekli olarak kaygan bir şekilde varlık bulması gerektiğini söylemek olur (Sarup, 1997: 230). Ancak Baudrillard’ın önerisi, Adorno ve Debord’unkiler kadar kesin ve güçlü değildir. O daha çok neo-kapitalist toplumların geldiği kültürel durumun vahametini betimleyen ve her önerinin buna katkı yapmaktan başka bir gücü olmadığına inanmaktadır.

Sığınak, Durum ve Hiçlik Olarak Sanat

Eğer kitle kültürü bireylerin tüm kanaatlerini, estetik seçimlerini, etik ve politik kısacası tüm ifade imkânlarını önceden belirleme gücündeyse, kendi karşıtı olanları kolaylıkla soğurup dondurabiliyor, onları kendi sahnesinde sergileyebiliyor, kendine mal edebiliyorsa ve kitleler kültüre karşı eleştirel bir mesafe oluşturamıyorsa böyle bir kültürde sanat ne yapabilir? Adorno, avangard sanata güven beslemekteydi. Debord da sanatsal ifadeyle siyasal eylemciliği bir arada önermekteydi. Baudrillard ise anlatısını yaptığı sistem içinde sanata bu iki düşünür gibi esaslı roller biçmemekte, her şeyin simülasyona dönüşerek etkisiz olduğunu ilan etmekteydi.

“Aydınlanmanın Diyalektiği”nde Adorno ve Horkheimer, sanat yapıtının hala büyüsel özellikler taşıdığını savunurlar:
 
[Sanat yapıtı] Dışkutsal [profan] var oluş bağlamından uzak, kendine ait kapalı bir alan oluşturur. Bu alanda özel yasalar geçerlidir. Nasıl tören sırasında büyücünün ilk işi kutsal güçlerin harekete geçireceği mekânı bir sınır çizerek çerçevesindeki her şeye kapatmaksa, sanat yapıtı da kendi çemberiyle gerçekliğe kapanır. Sanatı büyüsel sempatiden ayıran özellik etki yaratmaktan vazgeçmesidir; ama tam da böyle yapmakla büyünün mirasına daha da sıkı sarılmış olur. Bu vazgeçiş saf imgeyi cisimsel varoluşa karşıt bir konuma yerleştirir ve imge kendi içinde var oluşun öğelerini etkisizleştirir. Estetik görünümde de, sanat yapıtının özünde de yatan, ilkellerin büyülerindeki yeni, dehşet verici bir olayın çıkardığı şeydir: bütünün özelde görünmesi (Adorno ve Horkheimer, 2010: 38).

Bu pasaj, hayat ile eser arasındaki sınırları belirginleştirmesiyle Adorno’nun sanat düşüncesinin özetlerindendir. Adorno için sanat, hakikate dair söyleyecekleriyle özerktir ve bu özerklik, büyüsellik gibi yaşama dairdir. Eserin hakikat ile ilişkisi “başka türlü olabilir”in önerisi olmasıdır (Eagleton, 2003: 426) ve böyle bir sanat, kitle kültürünün ürettiği sanat ile karşıtlık oluşturmaktadır (Adorno, 2009: 58). Bu yüzden kitle kültürünün sanatı ile toplumu eleştiren, içinde başka dünyalar barındıran, şeyleşmeye ve yabancılaşmaya karşı direnen sanat arasında bir ayrıma gitmek gerekmektedir (Slater, 1998: 232, 233). Ancak kültür endüstrisinde toplumsal mantıktan ayrı olması gereken yapıtın mantığı “feda edilmiştir” (Adorno ve Horkheimer, 2010: 164). Yapıtın özerkliği toplumun eleştirisi veya ona bir başka yol gösterme imkânına sahip olma potansiyeline sahip iken kültür endüstrisinde bu durum kitlenin isteklerine uygunlaşan yapıta karşılık gelmektedir. Yeteneğin izleyici önüne önceden hesaplanmış ve belirlenmiş şekilde getirilmesi, yapıtın düzeni ile toplumsal düzenin mantığının bir araya getirildiğinin göstergesidir (Adorno ve Horkheimer, 2010: 164). Filmlerin başı ve sonu belli olduğu gibi şarkılarında ritimleri ve melodileri önceden belirlenmiş bir estetik tepkiyi içinde barındırmaktadırlar. Eser de sunduğu fanteziyle, içine sığınılacak ve gerçeklikten kaçınılacak bir yuva halini almaktadır. İzleyicinin eser karşısındaki üretici konumu da onu sadece izleme ve keyif alma, hayal gücünden yoksun şekilde ona katılma ile sınırlıdır (Adorno, 2009: 55).

Böyle bir noktada sanatın varlığı, Adorno’nun ünlü metaforuyla onun ‘sığınak’ olmasıyla anlam kazanmaktadır (Altuğ, 2012: 198). Sığınak olarak sanat, içinde bir zamanlara ait olan kültürde kristalize olmuş bir estetiği ve biçimleri taşıması anlamında düşünülmemelidir. Sanat, kültürün geçmişine dönmektense, hali hazırda kültürü düzenleyebilir ve bütünlüklü bir yaşantı önerebilir (Dellaloğlu, 2003: 50). Eserin içerdiği bu hakikat, kendisindeki negatiflikle topluma karşı eleştirel bir duruş sergilemesine yardımcı olur (Zima, 2004: 155). Böyle bir sanat ise Adorno’nun eleştirdiği caz müziği, Hollywood melodramları değil avangard sanattır.

Avangard sanat, özerklik talebiyle toplumun düzeneğini eleştirecek gücü kendisinde bulmakta ve bu güç ile “ütopyacı bir hakikat içeriği elde” edebilmektedir (Altuğ, 2012: 196). Avangard sanat eseri, kendi söz dizimini meydana getirerek kültür endüstrisinin yönetilen ve hesaplanabilir işleyişinin dışında yer alabilir (Adorno, 2009: 57). Böyle bir yapıt izleyicisi karşısında yabancısı olacağı etkiler meydana getirme gücüne eriştiği zaman hem kitle kültürüyle mesafesini korumuş olur hem de bireyin yabancılaşmasını sağlar. Böylelikle kültürün yabancılaştırıcı etkisinden başka bir yabancılaştırıcı etki, negatif bir güç varlık bulur. Bu güç eserin tümüne nüfus edilememesiyle ilgilidir. Kitle kültürünün sanat gramerinin tersine sanat eseri kavramsallaştırılamaz olanın ürettiği bu direnç, eserin donuklaşmasınıda engeller (Zima, 2004: 153). Adorno’nun sanat yapıtının direnci, gerçekliğin düzenlerini titreştirmesi ve dolayısıyla kültürün illüzyonik yönünü göstermesiyle de değerini bulmuş olur.

Adorno’nun düşüncesinde önemli yer tutan mimesis kategorisi, öznenin eserde bir başkasıyla karşılaşmasıdır (Altuğ, 2012: 198). Dile gelmez olanın eserde varlık bulmasıyla izleyici eserin içinde erir (Altuğ, 2012: 200). Çünkü kültür endüstrisinin karşısındaki sanat, “salt Varlık (Sein) değil; daha çok, özne ve nesne arasında bir güç alanıdır” (Adorno, akt: Jay, 1989: 257). Böyle bir sanat verili olandan hareket etmeyerek didaktik bir yanılsama üretmediği gibi bakışın seyir odağında konumlandığı bir alan üretmemiş olur (Dellaloğlu, 2003: 88). Eserin karşısında izleyicinin edimi dekültürün düzenlerini yeniden yorumlamak adına kendisini eserin içine dâhil etmesiyle şeklini kazanır.

Estetik deneyimin katılımcı boyutu izleyicinin dinledikleri, gördükleri ya da okudukları karşısında belirlenmiş olan hazzı alması değildir. Mesela “Schönberg’in müziği, dinleyiciden, müziğini içsel devrimini müziği dinlerken yeniden kendisinin de kompoze etmesini gerektirdiği gibi, ondan yalnızca müzik dinleme hazzını duymakla yetinmeyip, praxis’te bulunmasını da” istemektedir (Adorno, akt: Jay, 1989: 255). Kafka’nın metinleri de Schönberg’in müziği gibi okuyucusunu kendisine yaklaştıran bir güce sahiptir. Okuyucu, Kafka’nın eserlerinde kayboluyorsa bunu gerçekliğin betimlenmesindeki realizmle değil onu yorumlamak zorunda olmasıyla yaşamaktadır (Dellaloğlu, 2003: 89). Kafka’nın eserleri, izleyiciye sunduğu yabancılıkla yaşadığı hayata görmediği bir noktadan girmesini sağlar ve sanat kendi içsel düzeninde hayatı yakalayarak onu düzenleme yoluna gitmiş olur (Eagleton, 2003: 426).

Kültür endüstrisi bireyleri en sıradan itkisel düzeydeki tepkilerinden uzaklaştırma görevinde olmuştur. Dünya savaşları içerisinde avangard hareketlerin yıkılan bir dünyanın yeniden tesisi için gerekli olan olarak gördükleri bireyi tazelemesi bu açıdan değerlidir. Ancak dünya savaşları ertesinde kendisini tamir etmeye çalışan batı kültüründe avangard sanatçı gücünü yitirmiş gibidir. 1960’lı yılların Debord’u böyle bir iklimin etkileriyle sanatın bağımsızlaşmasını, modern sanattaki bireyselleşmeyi sanatın çözülmeye başlaması anlamında görmekteydi (Debord, 1996: 100). Debord’da Adorno’daki gibi praksisin asıl olduğu bir çözüm önerir:
 
İletişim dilinin kaybedilmesi; işte her türlü sanattaki modern ayrışma hareketinin, yani biçimsel yok oluşun olumlu anlamda ifade ettiği şey budur. Bu hareketin, olumsuz anlamda ifade ettiği şey ise ortak bir dilin yeniden keşfedilme gerekliliğidir; ama bu dil tarihsel toplumun sanatında her zaman için çok geç kalan, yaşanmış olanı gerçek diyaloğa yer vermeden diğerlerine anlatan ve yaşamın yetersizliğini kabul eden tek yanlı çözümde değil- doğrudan eylem ile bu eylemin dilini kendi içinde toplayan praksiste keşfedilmelidir. Burada, şiirsel-sanatsal eserlerle temsil edilmiş olan diyalog topluluğuna ve zamanla oynanan oyuna gerçek anlamda sahip olmak önemlidir (Debord, 1996: 101).

Debord, sanatın ortak dil üretebileceği önerisini sunarken düşülen hatanın, yaşamın kuru ve donuk bir anlatısı olduğunu buna karşı ise eylemin asıl olması gerektiğini düşünmekteydi. Avangard akımlar izleyicisinin yabancı kaldığı, şoke ettiği parçalar üreterek ortak dil adına kendince bir öneri meydana getirmişlerdi. Ancak hayatın tek biçimli yaşanamayacağı, anlam düzenlerinin üst dillerle belirlenmiş olduğu ve bunların sürekli akışlar ile bozulabileceği şeklinde özetlenebilecek bu öneriler emilerek kültür içinde uysal hale getirilmiştir (Debord, 2011: 339). Modern sanatın başına gelen eleştirel tutumun kültür içinde eritilmesi karşısında Debord, sanatın ürettiği formları sürekli eleştirel bir yaklaşımla düşünür. Sanatın formlarının kolaylıkla gösteriye dâhil edilebileceği, içeriğinden soyutlanarak basit birer gösteri haline gelebileceğini düşünen Debord, bu yüzden modern sanatın düştüğü durumdan ders çıkartılması gerektiğini yazar:
 
Dada hareketiyle doruk noktasına ulaşan modern sanatın devrimci işlevi, dilden eyleme sanattaki bütün uzlaşımları ortadan kaldırmak oldu. Gelgelelim, sanattaki felsefede yok edilenler henüz somut biçimde gazetelerden ve kiliselerden temizlenemediği için, ve silahların eleştirisi o dönemde eleştiri silahlarında gerekleşen ilerlemeleri takip edemediği için, dadaizmin kendisi, kabul görüp onaylanan bir kültüre stil olmanın ötesine geçemedi. Hatta Dada formu, 1920’dern önce icat edilmiş stili ele geçirip kariyer yapan her ayrıntıyı muazzam ölçüde abartarak sömüren neodadaistlerin elinde geçici bir reklam aracına dönüştü ve mevcut dünyanın kabul edilip benzemesine hizmet etti (Debord, 2011: 342).

Debord’un konumu bilinen anlamda sanatçı olmaya dair değildir (Wark, 2014: 82). Debord, avangardların anti-sanat düşüncesini devam ettirenlerdendi. İçinde bulunduğu Sitüasyonist hareket ve ondan önce gelen Letrist Enternasyonel için ‘sanat yapmak’ deha sanatçı kültüne, biricik gizemli eser düşüncesine karşı olmaktır (Marcus, 1999: 186). Güzellik, Letristler için “sadece ve sadece duyumların, yani geçici olanın, yaşanmış olanın yaratacağı bir güzellik olacaktır” (Marcus, 1999: 191, 192). Debord’da bu düşünceleri devam ettirmeyi asıl görmekteydi.

Debord’un ‘gösteri’kelimesi kadar, ‘durum’ kelimesinin de O ve diğerlerinin anlayışları hakkında fikir verici olduğu söylenebilir. Durum, olay olma haliyle, gösterinin gelinen noktayı betimleyen keskin hatlarına karşıt sürekli elden kaçan bir anlama sahiptir. Bu yüzden durumun ‘olay’ hali ‘şimdi’yi deneyimlemek olarak biçimsiz ve devinim şeklindeki algılamaya müsait bir anlam sunuyor olsa bile eksik kalmaktadır (Perniola, 2015: 94). Olayın izler halindeki varlığının ertesindeki kalıntılar ne kadar güçlü etkiler sunuyor, Debord’un avangard akımların stratejilerinin kültürdeki donuklaştırmasına ters şekilde düşünülmesine olanak veriyor olsa bile bu anlam kesin bir karşılık sunmaz. Durumun olay hali daha çok “iç ile dış, öznellik ile dünya arasındaki karşıtlığa tutsak kalmak yerine, kişiliğimin ötesine giden bir sürece yerleşmemi sağlayan yapıcı bir çözüm”e karşılık gelmektedir (Perniola, 2015: 96).

Sitüasyonistler, anti sanat düşüncesini sürdürürken gösteri toplumunda bireyin yenilenmesinin estetik bir proje ile düşünmüşlerdir. Olay işte bu estetiğin karşılığıdır. Olay, ‘şimdi’ içerisinde geleceğe ait bir proje olmadan bireysel bir deneyim halinde yenilenme, dünya karşısında bireyin şaşkınlık yaşamasıdır (Perniola, 2015: 93). Bu açıdan durum, praksise katılan izleyicinin seyrinin tamamen bozularak içe daldığı gösterinin yeniden duyumları hazır olan imgelerinin kültürün karmaşık ideolojik düzenlemelerinin elinden alınmasıdır. Yani gösteri toplumunun düzeninin bozulması kültürel alışkanlıkların yeniden düzenlenmesi adına bireyin durumlar içinde başkalaşması olarak değerlendirilebilir. Debord ve diğerlerinin önerileri kültürü kurmak adına onu bozguna uğratmak için radikal bir eylemci planı olarak özetlenebilir. Bu eylemci tavrı anlamak için öne sürülen birkaç yöntemden söz etmek gerekmektedir:

Sanat yapmak, onun bir zamanlar adına konuştuğu ortak, gömülü istekleri tekrar ortaya çıkarmak demekti, ama çalıntılama tekniğini uygulamaya sokmak - gazetelerdeki karikatürlere veya aynı nedenle eski üstatların yapıtlarına konuşma balonları yazmak; bu harekete eşzamanlı olarak sanatın “değersizleştirilmesi” ve yeni bir toplumsal hitabet biçimi olarak “yeniden yatırımı” konusunda ısrar etmek; “bünyesinde kendine özgü bir eleştiri biçimini barındıran bir iletişim” olduğu, biçimi tümüyle demistifikasyon olduğu için mistifiye edemeyen bir tekniğe sahip olduğu fikri üzerine ısrar etmek - ve gelişigüzel sürüklenmek (dérive)- kendini şehrin vaatlerine bırakmak ve vaatlerin eksik olduğunu görmek-, şehir içinde gelişigüzel dolaşmak, yön levhalarının kendi kendilerine yönlenmelerine izin vermek, adımlarını “değiştirerek” atmak bu levhaları daha önce hiç var olmamış bir güzergâha yönlendirmek; tüm bunlar, sonu olmayan bir değişimdi. Bu, kaldırım taşlarından ve resimlerden, sözcüklerden ve havadan sudan şeylerden kurulu gerçek anlamda modern bir hayat yaşamaya başlamak demekti: Herkesin anlayabileceği, herkesin yararlanabileceği bir hayat biçimi (Marcus, 1999: 187).

Deneysel ve devrimci bir hareket olan, yaşamı pratik ve kuramsal açıdan yeniden inşa etme amacında olan Sitüasyonist hareket, gösteri toplumunun sarmalayıcılığı içinde bireyi kendi tarihiyle buluşturmak amacındaydı (Debord, 2011: 335, 336). Bu yüzden Debord “durumların yıktığı” düzenler ile (Marcus, 1999: 180) akademik düzeyde sıkışacak ve geleceğe kalacak bir sanatı önermiyordu. Debord için teorik açıdan kültüre yaklaşmak ve aktivist bir tavır göstermek gösteri toplumunun ürettiği hazır deneyimlerle sarılı yaşantıyı kırma gücüyle asıl olmaktaydı (Debord, 2011: 341).

Adorno’nun Kafka’da ya da Schönberg’de bulduğu yenilenme ve kitle kültürünün şeyleşmiş halinden kaçma, Debord’da izleyicinin/bireyin şehir mekânında karşılaştığı mesajları çalıntılayarak değersizleştirmeyle, bedenin kendiliğinden yolunu kaybetmiş gibi davranmasıyla karşılanmaktadır. Hepsi de toplumun yenilenmesi ve ortak bir dil içindir. Bu nedenle Sitüasyonist Enternasyonel’in kendisini kökten eleştirel bir perspektif belirleyip “unutulmuş arzuları gün ışığına çıkarmaya ve tamamen yeni arzular yaratmaya” (Chtcheglov, akt: Marcus, 1999: 192) neden kendini adamış olduğu daha net anlaşılabilir.

Baudrillard, otuzunda sitüasyonist iken altmışlardaki halini betimlemek için gerçek ile kurgu arasındaki sınırın belirsizleştirdiğini söyler (Lotringer, 2010: 18). Adorno ve Debord’un karşı çıkmasına karşılık Baudrillard, şeyleşmeyle bir “sözleşme” yapmış gibi (Best ve Kellner, 1999: 310) her şeyin sonunu müjdeler. Sanat da neo-kapitalist toplumlarda tüm güçleri elinden alınmış ve sadece estetik gösteri haline gelmiş bir etkinlik olarak, sonu gelmiş olanlar arasında en iyi örneklerinden birisi olur.

Sanat, simülakr düzeninde simülasyona dönüşmüştür: “Bizlerbir simülasyon dünyasında yaşıyoruz, göstergenin en büyük işlevinin gerçekliği kayboluşa itmek ve bu yolla onun kayboluşunun üzerini örtmek olduğu bir dünyada” (Baudrillard, 2010: 36). Sanatın konumu gerçekliğin olmadığı durumda onun varlığını hissettirmeye çalışmak ya da tekrar onu göze getirmeye çalışmak değildir. Sanat, kurtuluş için, gerçekliğe müdahale etmek, dönüştürmek ve gerçeklik algılamaları gösterebilmek için denemelerde bulunsa bile bu nafiledir. Çünkü imgeler gerçeklikten koparak ve kendisi olarak varlık bulmaktadırlar (Baudrillard, 2010: 37).

Geleceğe dönük bir projeksiyon, sanatın bir ütopya hali sunması yerini geçmişe doğru bir bakışa bırakmıştır. Sanat, geçmişi yerinden ederek, onu temellük etmekte, geçmişine göndermelerde bulunarak gerçekleşmektedir (Baudrillard, 2010: 27). Bu durum, geçmişin birikimleri üzerinde yükselen yeni bir dilin üretimi, geçmişle hesaplaşma ya da onun devamı olarak üslup arayışı anlamına gelmemektedir. Geçmiş şimdi içinden tüketilen, ironisi yapılan bir hal almıştır (Baudrillard, 2010: 28). Modernist sanatın bazı açılardan nostaljik tutumu ve geçmişin geleceğe doğru gösterebileceği yol haritası postmodern sanatta sanat piyasasının sürekli yenilik arzusunun deposu olarak geçmişe bakması yolunu kaybetmiş sanatın kendisini tüketmesi demektir.

Baudrillard’ın sanat üzerine görüşlerinden bir diğeri de gerçeklik ve yanılsama sorunları üzerinden sanatçıların imgeyi daha da fazla etkili hale getirmekten başka bir şey yapmadığıdır. Adorno’nun kültür endüstrisindeki sanatın önceden planlanmış olduğu düşüncesine benzer şekilde Baudrillard da sinema sanatını örnek vererek “bir filmde en ufak bir boşluğa, aralığa, eksiltiye, sessizliğe yer” olmadığını “hiperteknik, hiperetkili, hipergörünür” imgenin yanılsamanın yerini aldığını izleyicinin karşısında mükemmelleştirilmiş imgeyi gördüğünü yazar (Baudrillard, 2010: 29). Sadece sinema değil çağdaş sanat da Baudrillard için değer olarak ‘bayağılık’ ile ilgilidir. Sanat, estetik konusunda yeni ve farklı bir duyum, bir fikir ve değişim önerisinde bulunma gücünü elinde tutmamaktadır:
 
Bu sayısız enstalasyon ve performans, dünyanın mevcut durumuyla ve sanat tarihinin gelmiş geçmiş tüm formlarıyla uzlaşmaktan başka bir şey yapmıyor. Özgünlüğü, bayağılığı ve hükümsüzlüğü değer mertebesine, hatta sapkın estetik haz mertebesine çıkarıyor. Kuşkusuz bütün bu vasatlık, sanatın ikinci bir düzeyine, ironik düzeye çıkarak kendini yüceltme iddiasında. Ama ikinci düzeyde de, en az birincisinde olduğu kadar boş ve anlamsız. Estetik düzeyde de, en az birincisinde olduğu kadar boş ve anlamsız. Estetik düzeye geçmek hiçbir şeyi kurtarmıyor, bilakis, vasatlık katmerleniyor. Sanat hükümsüz olma iddiasında... (Baudrillard, 2010: 51).


Estetik hükümsüzlük, sanatın dünya dönüştürücü iddiası olsa bile onun kolaylıkla soğrulabilir olmasıdır. Modern kültürde ütopyaların ertesinde sanat, gündelik hayata karışarak onun estetikleştirilmesine katılmaktan başka bir şey yapmamaktadır (Baudrillard, 2004: 18). Yani sanatın estetiğin hükümsüzlüğü kaçınılmaz olarak sanatın şeyleşmesidir.

Baudrillard, önerilerin olmadığı, alternatifsiz bir kültürde yaşanıldığını düşünmektedir. En azından kendisi eserlerinde süreklilik izleyen güçlü öneriler getirmemiştir. Sanatın modern kültürde siyaset ile olan ilişkisi ve politik dönüştürücü gücü, estetik deneyimin özel bir alan ile sınırlı kalarak biçimsel bütünlüklerden haz almak değil, yanlış hayatın nasıl doğru hale gelebileceğini önermesiyle ilgiliyken Baudrillard’ın kültür düşüncesinde sanat sadece içe patlamalarla, piyasaya angaje olmaktan öte, onun belirleme gücüyle varlık bulan bir gösteriden ibarettir. Sanat, kültüre radikal bir şekilde yaklaşarak çelişkilerini ve her anlamda bir boşluğun, ayrı bir alanın olmadığını her şeyin farklılıklarının kalmadığı bir düzende yaşanıldığını göstermenin yollarından biri olarak modernite eleştirisini yapan Adorno gibi düşünürlerle ortaklıklar sergilemekteydi. Ancak Baudrillard, teorik düzeyde kültüre eleştirel yaklaşan tavırların zamanın gerisinde kaldığını düşünerek onları eleştirmekteydi (Bilgin, 2010: 283). Kültürün iktidar düzenlerini, kaçınılmaz yabancılaştırıcı etkilerini, şeyleştirici gücünü hakikati göstermek adına düzen kazanan sanat düşünceside Baudrillard’ın ileri kapitalist toplumlarında gerilerde kalmış bir tavra karşılık gelmekteydi.

Kitle iletişimin meydana getirdiği etkileri inceleyen Baudrillard, kamusal mekanın ortadan kalktığı gibi kişiye özel iç mekanın da ortada kalktığını düşünür (Sarup, 1997: 234). Bu nedenle de sığınak düşüncesiyle bir dışarısı, içerideki özerk bir alan ya da içerideki dışarıdalık olarak sanat fikrine sahip Adorno’nun karşısında farklı bir konum almaktadır. Baudrillard, Adorno’nun sesini hissettirir şekilde, kitle iletişim aygıtlarının gerçek ile taklit arasındaki sınırları silerek, eylem ve kararları engelleme amacında olduğunu düşünmekteydi (Sarup, 1997: 234). Ancak bu engelleme dil tutukluğu içinde kalan bir toplumla, onun sığınacağı bir dış alan düşüncesini barındırmamaktaydı.

Baudrillard için müzeler, modern kültür ile birlikte bozulan aristokrasiye hizmet eden sanatın ve devam eden süreçte kitle kültürüyle ortadan kalkan yüksek sanatın ardından parçaları birleştiren ve kriterler meydana getiren düzenleriyle izleyicisine işaret dizgesinde hareket etmesini istemektedir. Eserler artık anlamlarıyla değerli değildirler (Sarup, 1997: 236). Her şey gibi onlar da birer gösterge olarak akıp gitmekte ve sessizleşmektedirler. Debord’un durum stratejileri Baudrillard için şeyleşmeye katkı sağlamaktan başka bir şey değildir. Her şey ambiyans içindir (Baudrillard, 2004: 23). Sanat göstergeleriyle sadece ambiyans estetiğini yaşatmakta ve geçişken kültürün hazzın düzeni içinde varlık göstermektedir.

SONUÇ

Adorno, kültür içinde eriyemeyecek olan sanatı kendi alanına sahip şekilde tanımlamaktaydı. Konumunun kimi zaman yüksek sanatı kurtarmak olduğunun düşünülmesi ise bu nedenledir. Debord’un böyle bir amacı olmamıştır. O, dünyayı değiştirecek siyasi eylemciliği sanatsal ifadeyle kurumsal açıdan sanata düşmemek için değerli görerek, kısmen bu alan ayrımını korumayı devam ettirmekteydi. Sanat, Debord’da Adorno’nun ideolojinin büyüleyici etkilerini bozma tekniklerinden farklı olarak gösteriye saldırarak anlamlarını kaydırma önerisiyle saklı bir hakikati değil, durumların deneyimlemesini sağlama görevindeydi. Baudrillard ise sanatın kendine özgü bir alana sahip olabileceğini düşünmemekteydi. Sanatın gerçekliğe dair söyleyecekleri ve onu değiştirecek bir gücü olduğunu da düşünmüyordu. Anlatısını kurduğu simülasyon kültüründe de sanatın özerkliği olamazdı. Gerçekliğin kendisinin görünmez olduğu bir zamanda sanatın gerçekliği kurtarmak ve onu yeniden inşa etmek gibi bir gücü veya ütopyası da olamazdı. Bu nedenle Debord’un önerdiği yeni deneyimler Baudrillard’ın ileri kapitalist toplumlardaki deneyimlerin steril halinden kaçamaz.

Debord, ‘durum’ ile belki de avangardın ertesinde son etkili stratejilerinden birisini önermiş oluyordu. Bugün ise ‘durum’ gibi sitüasyonist stratejilerin yaygınlık göstermesini olağanlaşma olarak yorumlamak mümkündür. Çağdaş sanat içerisinde sitüasyonistlerin sanatın gözden düşürülmesi adına kullandıkları teknikler “manipüle” edilerek sanatsal bir üretim içinde kullanılmaktadır (Borriaud, 2004: 61). Baudrillard’ı haklılaştırıcı bir dönüşüm olarak sitüasyonist stratejilerinde gösterinin parçası olduğu düşünülebilir. Bu durum, sanat söyleminin düzeni içinde her türlü alternatif ya da sınır ötesinden gelen belirsizliğin kolaylıkla düzenlenişi olarak kabul bile edilebilir. Sanat sıkıntısının içerisinde değerlendirilebilinecek olan bu durum, her türlü üretimin şeyleşmeye ve yabancılaşamaya mahkûm olmasıdır. Dolayısıyla da sanat sahicilikten nasibini almamış olacaktır. Böyle bir yoksunlaştırıcı yorumun söylediği, görsel sanatların her türlü üretiminin çoktan angaje olmuş olduğudur ve sanatın ardında hiçbir şeyin kalmadığıdır. Sanatı sıfır noktasına çekmektedir. Bunun yerine önerilebilecek olanın ise kültür üzerine eleştirel bir yaklaşımın devam etmesi gerektiğidir. Kültürün üreticisi olarak sanatçının konumunun hâlâ geçerli olduğu hala sanatın eleştirel olabildiği ancak bu eleştiri diliyle kültürü sadece sanatın dönüştürebileceğinin beklenmesi ise açıkçası romantik bir tavırdır.

Buna karşılık sanatın angaje olma tehlikesi karşısında özerklik isteğinde olmasının kaçınılmaz olarak kendi meşruluğu için bir sıçrama tahtası bulması gerektiği sorununu hala düşünmek, bunun için ise sanat araçları üzerine sanatçının tavrını kurabilme özgürlüğünün devam ettiğini görmeye çalışmak en azından sanata dair kötümser tavrı azaltabilir. Ama en önemlisi kültürü var eden güçlerin sürekli göze getirilmesi gerektiğidir. Sanat da bunu yapmaya devam etmektedir.

Kültürü eleştirmeye, Adorno, Debord ve Baudrillard’ın garip bir şekilde ortak tutumları da olan, kitlenin eylemsiz olduğuyla başlamak yani karmaşık bir düzeneği göz ardı ederek sadece sanatçıyı ‘kurtarıcı’ ilan etmek yeterli görünmemektedir. Günümüz demokrasilerinde toplulukların ve bireylerin daha fazla katılımcı olmasını sağlamak, kitledeki belirsiz olanı göze getirmek, dillendirilmeyenlerin olduğunu düşünmek hala değerlidir. Belki de sanat, bu başkalıkları düşündükçe hala bir şeyleri dönüştürmeyi sürdürebilecektir.

BATILI SANATÇILARIN ÇALLI KUŞAĞI'NA ETKİLERİ

BATILI SANATÇILARIN ÇALLI KUŞAĞI’NA ETKİLERİ*
Prof. Dr. Deniz Bayav

ÖZET

Çallı Kuşağı, bilinen bir diğer adıyla 1914 Kuşağı; Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde sanat hayatına atılan sanatçılardan oluşur. Bu sanatçılar yıkılan bir imparatorluğun ardından her anlamda yeniden inşa edilen Cumhuriyetin, resim alanının gelişiminde ve değişimde önemli görevler üstlenmişlerdir. Dönemin zorluklarına rağmen üreten sanatçılar kendilerini geliştirmek üzere batıya gitmişler ve yurt dışı sanat eğitimini deneyimlemişlerdir. Burada aldıkları akademik eğitimin yanı sıra müze ziyaretleriyle batı sanatını yakından takip etme ve inceleme şansını yakalamışlardır. I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle yurda dönüş yapan sanatçılar yurt dışında edindikleri bilgi ve birikimleri ülkemize taşımışlardır. Çallı Kuşağı sanatçıları aldıkları akademik eğitimin verdiği klasik resim anlayışı ya da bu dönemde gelişmekte olan yeni sanat akımları yerine o dönemde hala uygulanan Empresyonizm’i benimsemişler, bu üslubun etkileriyle eserler üretmişler ve akademikleşmiş bir empresyonizmi ülkemize getirmişlerdir. Sanatçılar; üslup, konu, fırça vuruşu ve renk yönünden batılı sanatçılardan etkilenmişlerdir. Bu makalede; Çallı Kuşağı sanatçıları, onların yurt dışı eğitimleri, etkilendikleri sanat eğitimcileri, sanatçılar ve eserler incelenecektir.

EFFECTS OF WESTERN ARTISTS ON ÇALLI GENERATION

ABSTRACT

Çallı Generation known by another name 1914 Generation; consists of artists who started his artistic life in the last period of the Ottoman Empire. After collapse of an empire, these artists took an important role in the development and changing of the field of painting of a rebuilt Republic in every sense. Despite the difficulties of the period producing artists had gone to west to develop themselves and have experienced the international art education. They had the opportunity to follow and examine the western art by visiting the museum as well as the academic training they received there. The knowledge and experience they have acquired abroad were transferred to our country by the artists who return home with the outbreak of World War II. Instead of new art movements emerging in this period or classical painting idea that Çallı Generation artists received during their academic training, they adopted still applied Impressionism at that time, they produced works with the effects of this style and brought academic impressionism in our country. Artists were influenced by western artists in terms of style, subject, brush strokes and colors. In this article; Çallı Generation artists, their education abroad; art educators, artists and their works influenced will be examined.


Çallı Kuşağı’na Genel Bakış

İbrahim Çallı, Feyhaman Duran, Nazmi Ziya Güran, Hüseyin Avni Lifij, Hikmet Onat, Namık İsmail, Ruhi Arel gibi sanatçılardan oluşan Çallı Kuşağı ve grupla etkileşim içinde olan Ali Sami Boyar, Sami Yetik, Vecih Bereketoğlu, Şevket Dağ, Mehmet Ali Laga gibi aynı dönemde yaşayan diğer sanatçılar dönemin sanatına yön vermişlerdir.

Çallı Kuşağı, resimlerinde İzlenimcilik etkilerinin hissedildiği sanatçılardan oluşur. Ancak onlardan önce Halil Paşa’nın (1952/7- 1939) ve batıya gitmeden kendi başına çıkış yolu arayan Hoca Ali Rıza’nın (1858-1930) eserlerinde aydınlık bir paletin izleri sürülebilir. Bu sanatçılar atölyeden çıkarak açık havada çalışmışlardır.

Paris eğitimini tamamlayarak yurda dönen Halil Paşa’nın bazı resimlerinde Batıda bir okul kimliğini kazanmaya başlamış olan İzlenimciliğin etkileri görülebilir. “Işık öğesinin büyük devrimcisi ise Halil Paşa’dır. Halil Paşa’dan önce ışık öğesinin renk değerleriyle aynı oranda kaynaştığı bir başka örnek şimdilik bulamıyoruz (Tansuğ, 1994: 40).”

Sanatçının, Çallı Kuşağı üzerinde etkisi olduğu düşünülmektedir. “Halil Paşa, görünümlerinde, Çengelköy kıyılarından meydana getirdiği kimi Boğaz peyzajlarında 1914 Empresyonizmi’nin öncüsü sayılabilirdi (Berk ve Turani, 1981: 24).”

Tonlama anlayışı, Çallı Kuşağı’ndan önce değişmeye başlamıştır.
 
Bu yeni hava içinde figür sorununa değinmek için öncelikle Halil Paşa’nın 1894 tarihli “Kanepede Yatan Kadın”ı ele alınmalıdır. Sanatçı, Ön Rönesanstan beri nesneye çok tonluluk kazandırdığı bilinen yönteme yaklaşmak yerine, Manet’nin yöntemine yaklaşır görünmektedir. Bu tavır az da olsa Osman Hamdi’nin 1899 tarihli yeğeni “Tevfik’in Portresi” 1906 tarihli “Mimozalı Kadın”ı için de geçerlidir [1].

Halil Paşa ve Hoca Ali Rıza gibi sanatçılar tarafından doğadan çalışma fikri geliştirilirken açık havada ya da atölyede poşadlar oluşturulmaya başlandı. Çallı Kuşağı ile birlikte fotoğraftan resim yapma geleneği bırakılmış, doğaya dönülmüştür. Ülkemizde poşad çalışmaları izlenimcilik etkilerinin başladığı bu döneme rastlar. Sami Yetik, Avni Lifij ve Namık İsmail gibi sanatçılar da bu yönde çalışmışlardır.

Türk öğrenciler bu dönemde Sanayi-i Nefise’de nü model çalışmamışlardır. Bu nedenle onların Fransa’da aldıkları desen eğitimi çizim güçlerini olumlu yönde etkilemiştir. Burada gün boyunca nü modelden çalışma imkânı elde etmişlerdir.

Avrupa sınavını kazanan ya da kendi imkânlarıyla bunu sağlayan öğrenciler yurt dışında sanat eğitimi almak üzere yola çıkmışlardır. 1914 yılında yurda dönen bu sanatçılar “izlenimci” olarak nitelendirilmişlerdir. 1916 yılında Galatasaraylılar Yurdu’nda sergi etkinliklerine başlamışlardır.

Çallı Kuşağı sanatçılarındaki Empresyonist etkilerden bahsetmeden önce kısaca Empresyonizm’e değinirsek; Empresyonizm, 19.yy.ın ikinci yarısında Fransa’da ortaya çıkmış; rengin bilimsel olarak ele alınmasını sağlamış bir akımdır. “Empresyonist ressamlar, güçlü ve şiddetli kontrastlarıyla ışık gölge (chiaroscuro) alanları kullanmaktan vazgeçtiler (Sérullaz, 1998; 15).” Gökkuşağı renkleri ile doğadan izlenimleri canlı renklerle sunmuşlardır. Ayrıca tabloda beyazlar, siyahlar, griler, koyu kahveler görülmez; aksine aydınlık bir paletin izleri görülür. Işık etkileri ile formu sarmalayan keskin dış çizgilerden uzaklaşmışlardır. Empresyonist eserlerde objelerin gölgesi, objelerin zıt renklerinden barındırır. “Su ve kar, yansıtıcı niteliklerinden ötürü en sevilen temalardır (Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi, 2008; 782).” Claude Monet, Édouard Manet, Camille Pisarro, Pierre Auguste Renoir, Frédéric Bazille, Alfred Sisley, Berthe Morisot, Mary Cassatt gibi ressamlardan oluşan Empresyonizm zamanla yaygınlaşmış, farklı uygulamalarla da genişlemiştir. Bu akımla nesnel gerçeklikten optik gerçekliğe yöneliş gerçekleşmiş, “an”ın resmedilmesi amaçlanmıştır. Fransa’da başlayan empresyonizm İngiltere ve Almanya’da da etkili olmuştur.

Empresyonizm’in Çallı Kuşağı üzerindeki etkileri katışıksız değildir. Kendi içyapısıyla gelişen-değişen bir anlayışla yoğrulmuştur.

Çallı Kuşağı ressamlarında akademikleşmiş bir izlenimcilik hâkimdir. Akademi, onlara model çalışmaları yönünden etkide bulunurken; doğa, onları ışığı ele alışları yönünden etkilemiştir. Empresyonistlerden farkları, doğayı onlar gibi kısa izlenimlerle değil daha ayrıntılı gözlemlemiş olmalarıdır.

Türk sanatında süregelen saray sahneleri, natürmort ve exteriör konularının dışında Çallı Kuşağı sanatçıları nü ve portre konuları üzerine yoğunlaşmışlardır. Bu yeni konulara ilgi belki de bir bakıma yüzyıllarca bu konuların çalışılmamış olmasından kaynaklanır. Konu dışında renk, teknik ve kompozisyon sınırlarından da kurtulmuşlardır. “1914 kuşağının tualleri; açık havaya, canlı ve ışıklı renklere, doğal görünümlere ve gün ışığına kucak açar (Giray, 1995: 27).”

1914 kuşağının, eğitim için Avrupa’da bulunduğu dönemde burada Empresyonizm, Post Empresyonizm, Sembolizm gibi akımlar hala mevcuttu. Ayrıca burada yabancı sanatçılar ilk soyut denemelere girişmiş, Fovizm, Kübizm ve Fütürizm gibi akımlar başlamıştı. Ülkemiz sanatçıları yarım yüzyıl geriden Empresyonizm’i takip etmeyi tercih etmişlerdir. Ancak onlar biçimi göz ardı etmemiştir. “Meşrutiyet Dönemi sanatçılarının yapıtlarında modleli figürlerin gölgeleri toprak renklerinden arındırılmış olsalar da, vazgeçilmeyen desen sağlamlığı ve modle etme tasası, gerçek İzlenimcilikten farklılıklar ortaya koyar.” Fırça vuruşlarının rahatlığı ve aydınlık renkler ise onları Empresyonizm’e yaklaştırır.

“Çallı, Onat, N. Ziya, Lifij, Duran ve N. İsmail gibi sanatçıların izlenimciliği seçmelerinin bir diğer nedeni de, kendilerinden önceki kuşaktan…miras aldıkları manzara geleneğinin, Fransız izlenimcilerinin de en çok çalıştıkları konu olmasıdır (Başkan, 2014: 245).”

I. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla kuşağın sanatçıları yurda dönmek durumunda kalmışlardır. “Çallı Kuşağı ressamları, Haliç ve civarı ile Boğaziçi kıyılarını büyük bir ustalıkla resmederek, Türk resminde “Boğaziçi manzaraları” diye bilinen türün yaratıcısı oldular”(Mirza, 2013: 131).

Kuşağın, ülkeye Empresyonizm’i getirmesi ile ilgili olarak farklı bir görüş belirten Ali Sami Boyar şöyle demiştir: “Bizim neslin memlekete (Empresyonism)i getirdiği…yazılmıştı. Bu bir yanlış görüştür. Biz Paris’ten (Empresyonism) diye bir san’atı getirmedik. Bizim nesil vatana, klasik ve Akademik resim san’atını getirdi veya getirmeye çalıştı (Şehsuvaroğlu, 1959: 73).” Feyhaman Duran ise kendisini empresyonist olarak nitelendiriyor: “Duran “empresyonist” terimini kullanıyor ve “emel-i yolum empresyonistliktir” diyor. “Mesela bir eli tabiatta verdiği tesir gibi yapmak isterim” derken F. Duran’da geleceğe yönelik bir niyetten söz ediyor. H. Onat ise izlenimciliğini “Türkiye’nin havasının etkisi”ne bağlarken, sorunu yaşadığı atmosferle sınırlandırıyor” (Dal, 1992: 34).

Fransa’ya resim öğrenimine gönderilen Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlisi’nin ilk mezunları, burada geçirdikleri öğrenim süreleri içinde gezdikleri sergiler ve müzelerin esinlerini izlenimci ressamlar üzerinde yoğunlaştırırlar ve bu akımın izini sanatlarına yansıtmaya yönelirler. İstanbul’un sahillerinde ve tepelerinde dolaşarak, dünyanın en güzel manzaralarını değişik mevsimlerde ve yıllarda farklılaşan ışık değerlerini izleyerek resimlemeye yönelirler (Giray, 2007: 135).

Günün farklı saatlerinde oluşan ve ışıkla değişik görünümlere bürünen doğanın yorumsal aktarımıdır bu. Ancak bu durum birdenbire ve temelsiz olarak ortaya çıkmamıştır. Öncelikli olarak Sanayi-i Nefise’de akademik eğitim almışlardır. Ardından Özellikle Paris’te Cormon’un atölyesinde eğitim alanlar müzelerden pek çok kopya resimler yapmışlardır. “Cormon doğanın asıl eğitimci olduğunu düşüncesine sahipti ve öğrencilerini bu düşünce doğrultusunda dış mekânlarda çalışmalar yaptırmıştır” (Dilmaç, 2011: 37). Julian Akademisi’nde Laurens, klasik katı eğitim taraftarıydı. “Laurens’in aksine, Cormon’un sınıfında bir Manet ruhu, empresyonistlerle bir ortaklık da vardır” (Artun, 2007: 171). Bu belki de Cormon’un École des Beaux-Arts öncesinde serbest atölye sahibi-ki burada Van Gogh ve Lautrec öğrencisi olmuştur-olmasından kaynaklanır. Cormon ve Jean Paul Laurens tarihsel konulu resimler yapan sanatçılardı.

“1914 kuşağı sanatçılarının bir bölümü doğruca Sanayii Nefise çıkışlı, bir bölümü ise Deniz Harp Okulu’nu bitirdikten sonra, teğmen iken ordudan ayrılıp Sanayii Nefise resim eğitimi görenlerdir” (Ruhi Arel, Hikmet Onat, Ali Sami Boyar) (Tansuğ, 1999: 119).

Çallı Kuşağı ressamlarından Avrupa’ya eğitime giden ilk grup Avni Lifij, Nazmi Ziya ve Feyhaman Duran’dan; ikinci grup Hikmet Onat, Ruhi Arel ve İbrahim Çallı’dan oluşur. Académie Julian (Julian Akademisi) ve École Nationale Supérieure des Beaux-Arts’da (École des Beaux-Arts) eğitim görmüşlerdir. Nazmi Güran ve Namık İsmail kendi imkânlarıyla yurt dışına gitmiştir.

École des Beaux-Arts’da ve Julian Akademisi’nde eğitim görenler, klasik bir eğitim alıyorlardı.
 
Örneğin: Atölyelerdeki çalışmaların konuları, genellikle hocalar tarafından din, tarih ve mitolojiden seçilmiştir…Öğrencilerin yaptıkları çalışmalarda fırça darbeleri ve hatta fırçanın çizgilerinin bile belli olmaması gerektiği üzerinde durmuşlardır… Neoklasik tarzda resim yapan Ingres, David, Corot gibi sanatçıları örnek göstermişlerdir (Özpınar, 2007: 46).

École des Beaux-Arts’da klasik bir program anlayışı, modelden desen, anatomi ve perspektif uygulamaları hâkimdi. Çallı Kuşağı sanatçıları bu anlayışla biçimlendiler. Öğrenciler iki okulun derslerini de takip edebilmişlerdir: École des Beaux-Arts’daki hocalar öğrencilerine serbest akademileri, Julian Akademisi hocaları da École des Beaux-Arts’ın derslerini izlemeyi öneriyordu (Artun, 2007: 161).

Bu dönemde Julian Akademisi’nde; Feyhaman Duran, Nazmi Ziya Güran, Namık İsmail, Sami Yetik, Hasan Vecih Bereketoğlu eğitim görmüştür. Yine bu dönemde École des Beaux-Arts’da Cormon atölyesinde eğitim alan sanatçılarımız İbrahim Çallı, Feyhaman Duran, Namık İsmail, Hikmet Onat, Avni Lifij, Ruhi Arel, Nazmi Ziya Güran, Ali Sami Boyar’dır. “Eğitiminin yapısını, İtalyan sisteminden ve Fontainebleau Okulu’ndan örnek almıştı… belirgin iki ilkesi vardı…temaları antik sanatlara ve doğadan dikkatli bir seçime dayandırmaktı“(Aladar, 1996: 12).
 
Çallı İbrahim’in ve kuşağına bağlı öteki arkadaşlarının Avrupa’daki öğrencilik yıllarında...tutucu formüllere göre yapıt vermiş ustalardan ders almalarına karşın etkilerinde kalmamış olmaları, aksine, Empresyonizm’e yakın özgür bir görüş ve tekniği benimsemeleri üstünde durulacak bir noktadır (Berk ve Turani, 1981: 26).

Yurtdışındaki okullarda edindikleri etkiler yalnızca atölye çalışmaları ile sınırlıdır. Onlar, kendinden önceki kuşakla da benzeşmemektedirler. Bu dönemde kişisel yorum ağırlık kazanmıştır. Osman Hamdi’nin dışında diğer sanatçıların yanaşmadığı figür konusu Fransa’da edinilmiş bir alışkanlıktı. Akademilerde edinilen bu alışkanlık sonraki kuşakları da figürlü kompozisyon kurmaları açısından etkilemiştir.
 
Renk ve ışıklı tuşlarla eriyen küçük figür, Namık İsmail, Çallı ve Avni Lifij gibi sanatçıların poşadlarında gözlenmektedir. Eğer Meşrutiyet Dönemin sanatçısı poşadlarda yer alan figürlerin dışında tabloda tek figürü konu alıyor ya da çok figürlü kompozisyon gerçekleştirmek istiyorsa, bu kez Okulcu-Gerçekçi desenin yöntemlerine başvuruyor [3].

Figürler büyük boyutta ele alınacaksa akademik anlayışla desene önem verilerek çalışılıyordu.
 
Titreşimli İzlenimciliğin karşısına çıkan geleneksel figür…Renoir, Degas ve Manet gibi sanatçılar elinde yeni bir kavram olan İzlenimle yoğrularak çözüm bulmuşken, bu oluşum Osmanlı Türkiyesi’nin ilgi alanının dışında kalması nedeni ile bu kez soruna yanıt yine de dışardan, ama Paul Chabas, Cormon, Cabanel, ya da başka okulculardan geliyor. Bu sorunun çözümü, çok daha sonraları, Türk Sanatçılarının Cezanne’a eğilmeleriyle yeni kavramlar kazanarak ve okulcu yöntemlerden kurtularak bulunmuştur [4].

Özellikle manzaralarda rengin açık-koyu değerleriyle değil de karşıt renklerin kullanımıyla sunuluşu söz konusudur. Figür ise empresyonist değil akademik anlayışla çözümleniyordu. Eski dönemin ince fırça uygulamaları yerine geniş tuşelerle çalışıyorlardı.
 
Sanayi-i Nefise Mektebi’nden mezun olduktan sonra (1910) Avrupa’ya giden ve orada sönmeye yüz tutmuş İzlenimciliği formülleştirmiş Lucien Simon, Chabas, Besnard gibi Fransız ressamlarını sevip onların biraz da Akademikleşmiş İzlenimciliğini uygulamaya başlayan Türk ressamlarsa, Birinci Dünya Savaşı (1914) yüzünden geri döndükleri İstanbul’a kendi toplumunda eskimiş bir akımı (Arseven’den akt. Buğra, 2005: 116) getirirler.

“Türk İzlenimcileri olarak ortak bir anlatım biçimi içinde değerlendirilegelen bu kuşak, aslında bireysel yaklaşımları ve üsluplarıyla resim sanatına farklı bir görüş getirme çabası”(Rona, 1992: 21) içinde olmuştur.
 
Osmanlı sanatçısının nesnel realite karşısındaki tutumu, Batılı sanatçıda olduğu gibi yakalanmış bir anın saptanmasından ibaret değil, o anı ebedileştiren saklı bir abstraksiyonu biçimlendirmesidir.…Kuşkusuz Türk usulü izlenimciliğin farkı da buradadır. Geleneksel olarak renk öğesine ışığa bağımlı bir ebedilik atfedilmiş olması, çelişkinin özünü oluşturur ve yerel izlenimciliğin atmosfer duyuşu bununla belirlenir (Tansuğ, 1994: 14-15).

Resim tarihimizde özellikle Fransız Empresyonizminin etkilerinin keskin şekilde hissedildiği bu dönemde sanatçılarımız konu dağarcığımıza çeşitli sahnelerde figürlü kompozisyonları eklemişlerdir. Çallı Kuşağı sanatçıları Enver Paşa’nın isteğiyle I. Dünya Savaşı yıllarında Şişli’de açılan atölyede savaş ve askerlik konuları üzerinde de çalışmışlardır.

“Bu sanatçılar, Batı’dan etkilenmişler; fakat kendilerinden önce Türk resminde beliren değişim ihtiyaçlarını yerine getirme görevi asıl işlevleri olmuştur” (Tansuğ, 1999: 134).

Çallı Kuşağı Sanatçıları

İbrahim Çallı (1882-1960)

Sanatçı, Sanayi-i Nefise’de eğitim görmüş, burada açılan Avrupa yarışmasında birincilik kazanarak Paris’e École des Beaux-Arts’a gitmiştir. Burada dört yıl boyunca Fernand Cormon ile çalışmıştır. Anıtsal kurgularda ilkel insanların yaşamlarını betimleyen Cormon, aynı zamanda iyi bir portreciydi. Çallı’nın dört yıl boyunca eğitmeni olan Cormon, Empresyonist etkilere karşı çıkmakla birlikte kendine özgü, bir parça akademikleşmiş bir empresyonistti. Empresyonistlerin konunun önemini, doğru çizimini, perspektif ve desenini fazla önemsemez tavrına karşın, Çallı’da bunlar büyük oranda önemliydi. Çallı, izlenimcilik ile akademizmi birleştirmiştir. Resimlerinde Cezanne etkileri de görülür. “Adalardan Görünüm” resmi bu benzerliği (Res.1 - Res.2) gözler önüne serer.

Resim 1.
İbrahim Çallı, Adalardan Görünüm,
Tuval Üzerine Yağlıboya, 60 x 80 cm,
İş Bankası Kolleksiyonu
 

Resim 2.
Paul Cezanne, Lake Annecy, 1896,
Tuval Üzerine Yağlıboya, 64.2 x 79.1 cm,
The Courtauld Gallery, Londra

Sanatçının “Manolyalar” ve “Ayçiçekleri” çalışmaları Van Gogh’u anımsatır.
 
Ayçiçekleri adlı resmi ile Van Gogh’un Ayçiçekleri arasında bir ilişki kurulmaya çalışılsa da İbrahim Çallı ruhsal bir çöküntünün değil, yaşam serüveninin dışavurumunu gerçekleştirmiştir. Özellikle kompozisyonun solunda yer alan ayçiçeğinin üzerine düşen gün ışığı ve gerilmiş taç yaprakları, ölümün suskunluğunu değil yaşamın heyecanını betimlemektedir…Çalışmalarının tümünde gözlemlenen izlenimci anlayış, Avrupa’nın resim uygulamalarında görülen izlenimcilik akımının kurallarını sıkı sıkıya uygulamaktan çok, kendine özgü bir karakter sergileşmiştir [5] . (Res.3-Res.4)
 

Resim 3.
Van Gogh, Ayçiçekleri, 1888,
Tuval Üzerine Yağlıboya, 92.1 x 73 cm,
National Gallery, London (Solda)?

Resim 4.
İbrahim Çallı, Ayçiçekleri,
Tuval Üzerine Yağlıboya (Sağda)

 
Çallı’nın, “en ilginç yapıtları, belki, beyaz Rus akınıyla İstanbul’a gelip bir süre kalan Alexis Gritchenko’nun (Res.5) etkisinde meydana getirdiği “Mevleviler” dizisi oldu…Rus ressamın grafiğe yakın, şematik desenini, bu deseni örten az karışımlı renklerini benimsemişti…Ne var ki fazla sürmedi bu değişme ve ressamımız 1914 başından beri başarıyla yürüttüğü tekniğe yeniden sarıldı” (Berk ve Turani, 1981: 26-29). 1920’de yurda gelen ve İstanbul izlenimlerini betimleyen Gritchenko’dan etkilenerek oluşturduğu Galata Mevlevihanesi’ndeki ayinlerin işlendiği bu seri (Res.6) belki de dışavurumcu olarak nitelendirilebilir. Evinde ağırladığı Rus sanatçının Tophane’de çalıştığı suluboyalarını izlemiştir.
 

Resim 5.
Alexis Gritchenko (Oleksa Hryshchenko), 1920 Civarı,
Suluboya (Solda)

Resim 6.
İbrahim Çallı, Mevleviler Dizisinden,
Duralit Üzerine Yağlıboya, 40 x 50cm,
Erol Abiral Kolleksiyonu (Sağda)

 

Resim 7.
İbrahim Çallı, Gül Koklayan Kadın,
Tuval Üzerine Yağlıboya, 50 x72 cm,
İş Bankası Kolleksiyonu (Solda)

Resim 8.
John William Waterhouse, The Soul Of The Rose, 1908,
Tuval Üzerine Yağlıboya, 61 x 91.4 cm,
Özel Koleksiyon (Sağda)

 
“Gezintiye Çıkan Kadınlar” eserinde; Renoir’nın eserlerinde, dış mekânda figürler üzerinde görülen ışık oyunlarına benzer uygulamalar görülmektedir. Çoğu tablolarında Empresyonizmin hızlı fırça vuruşlarını kullanan Çallı, kurgu ve düzeni bir kenara bırakarak çalışmalarını eskiz denemeleri yapmaksızın üretirdi. Bu anlayış portrelerinde daha başarılı, çok figürlü kompozisyonlarında daha az etkileyici olmuştur.

Çallı’nın “Gül Koklayan Kadın” (Res.7) adlı eserinde Ön-Raffaelocu ancak bir parça da empresyonist olan sanatçı Waterhouse’dan (Res.8) esinlendiği görülür. Ancak Çallı’nın figüründe daha rahat fırça vuruşları ve gün ışığı etkileri görülebilir. Çallı’nın eserinde ışığın ve anlık izlenimin figürü modelden önce geldiği gözlemlenmektedir.

Çallı’yı tam ve şuurlu bir empresyonist olarak değerlendiren Pertev Boyar’a göre… Çallı Avrupa Empresyonizmine örnek bir model vermiş oluyordu. Buna karşılık, izlenimci bir anlayışın temsilcisi olarak tanınmasına rağmen, Çallı’yı akademikleşmiş bir empresyonizmin temsilcisi olarak değerlendirmenin daha doğru olacağı görüşündedir Adnan Turani (Özsezgin, 1993: 22-23).

Sanatçı, nü, balo salonları, türbeler, manzara gibi çok çeşitli konular üzerine çalışmıştır. 1947’ye kadar Akademi’de eğitmenlik yapan sanatçı, düzenli olarak Galatasaray sergilerine, aralıklı olarak da Devlet Resim ve Heykel sergilerine katılmıştır. Çallı 1917’de Enver Paşa’nın öncülüğünde açılan Şişli Atölyesi’nde Ali Sami Boyar, Namık İsmail, Hikmet Onat, Mehmet Ruhi ve Sami Yetik’le birlikte savaş konulu çalışmalar da üretmiştir.

Feyhaman Duran (1886-1970)

Sanatçı portreciliği ile tanınmaktadır. Abbas Halim Paşa tarafından Paris’e gönderilen Duran önce Julian Akademisi’nde François Schommer’in, Jean Paul Gervais’in, Jean Paul Laurens’in (Res.9) ve Paul Albert Laurens’in (Artun, 2007: 283) öğrencisi olmuştur. Daha sonra École des Beaux-Arts’da Fernand Cormon’un atölyesinde çalışmıştır. Paris’te bulunduğu zamanlar izlenimcilik etkileri edinen Duran, bu anlayışını manzara, natürmort ve portre konularında göstermiştir. “Çallı kuşağının diğer ressamları gibi, izlenimciliğin etkisinde kalır fakat portre türü bu akımın özellikleriyle pek bağdaşmadığından, ancak ışık-gölge aracılığıyla bu etkiyi yansıtır” (Akbulut, 2009: 159). Portrelerinde J. P. Laurens etkisi görülebilir.

Duran da hocalarının katı akademik yaklaşımlarını benimsemeyerek dönemin yaygın anlayışı olan Empresyonizm’i tercih etmiştir. Sanatçı yarattığı ışık ve renk atmosferinin yanı sıra figürlerinde bunu akademik anlayışla birleştirmiştir (Res.10). Sanatçının “bazı resimleri Degas’ınkileri anımsatır”(Aladar, 1996: 18) (Res.11-Res.12).
 

Resim 9.
Jean Paul Laurens, Portrait Of A Woman, 1874,
Tuval Üzerine Yağlıboya, 81 x 65 cm,
Musee Du Petit Palais, Paris (Solda)

Resim 10.
Feyhaman Duran, Celaleddin Arif Bey Portresi, 1907,
Tuval Üzerine Yağlıboya, 117 x 102 cm,
S.S.M. (Sağda)

 

Resim 11.
Edgar Degas, Woman Combing Her Hair, 1886 Civarı
Pastel, 53 x 52 cm (Solda)

Resim 12.
Feyhaman Duran,
Nü, 80 x100 cm,
İstanbul Resim ve Heykel Müzesi (Sağda)

 
Akademide uzun yıllar eğitimcilik yapan ve Galatasaray Sergilerine düzenli olarak katılan sanatçı ülkemiz portre sanatının öncüsüdür.
 
Feyhaman Duran’ın portreleri, Türk resmi içinde insan yüzünün yalnız dış çizgileri üstüne değil, ruhsal niteliği üstüne de eğilen tek ressam olduğunu ispatlamaktadır… Yaşamının sonlarına doğru natürmort, özellikle de çiçek ve meyvelerden oluşan kompozisyonlar çalışmıştır (Dilmaç, 2009: 233-234).

Nazmi Ziya Güran (1881-1937)

Sanatçı güneşin yarattığı parlak ışıklara tutkun olan açık hava ressamıdır. Eserlerinden bazılarında Neo-empresyonist yaklaşımlar görülebilir. Nazmi Ziya’da ilk derslerini kendisinden aldığı Hoca Ali Rıza’nın etkileri hissedilir. Daha sonra Sanayi-i Nefise’de eğitim görür. “Ama oradaki öğretim üyeleriyle bir türlü bağdaşamamıştı” (Berk ve Turani, 1981: 37).

1905 yılında resim çalışmak üzere İstanbul’a gelen ünlü Neo-empresyonist ressam Paul Signac’tan etkilenen Güran (Res.13) tabiatın yol göstericiliğine inanıyordu. Bu nedenle neo-empresyonistler gibi canlı renklerle doğa üzerindeki güneşin parıltılarını resmetti.
 

Paul Signac, Collioure Les Balancelles, 1887,
Tuval Üzerine Yağlıboya, 46.5 x 65.5 cm (Solda)

Nazmi Ziya, Yelkenliler,
Tuval Üzerine Yağlıboya, 32 x 42 cm,
Murat Bilginsoy Koleksiyonu (Sağda)

Resim 13.

“İlk eserlerinde hocası Rıza Bey’in ve meşhur Fransız ressamı Corot’nun etkisi görülmesine rağmen Rıza Bey’in: tabiattan başka hoca yoktur, öğüdüne sadık kalmıştır” (Erol, 1995: 24). Etkilenmekten çekinen bir yapısı vardı. Bu nedenle onu etkileyen resimlerden kaçtığı bile söylenir (Erol, 1995: 23).

Kendi imkânlarıyla beş yıl süreyle Paris’te çalışan Güran, Julian Akademisi’nde Marcel André Baschet, Henri Royer ve sonra École des Beaux-Arts’da Cormon atölyesinde yer almıştır. Burada, akademik eğitime uygun çalış- makla birlikte okul dışında açık hava etütleri de çalışmıştır. Paris’ten sonra Almanya ve Avusturya’da incelemelerde bulunmuştur. Dönüşünde İstanbul manzaraları çalışan sanatçı eserlerinde puanlar kullanmıştır.

En önemli izlenimci sanatçılardan biri olan Güran, kimi zaman renkleri tual üzerine koyup gözde karışmasını sağlayan çalışmalar yapmıştır. Empresyonistlerin temel özelliğinin aksine Güran yavaş çalışmıştır. Monet’yi de anımsatan bir üslubu vardır. Peyzaj sanatçısı olarak tanımlanabilir. Nazmi Ziya, İstanbul’u, mavi, mor, turuncu renklerle ele alarak betimlemiştir. Poşadlarında “öbür resimlerindeki güneş buğusu yoktu, Çin, Japon resimlerini anımsatacak kadar açık seçik renklerle yapılmışlardı, der, Bedri Rahmi; ona göre bu yüzlerce poşad sanatçının doğulu yönünü… ortaya koymaktaydı” (Eyüboğlu’ndan akt. Erol, 1995: 28). Sanatçının, güne erken başlayarak, güneş ışınlarının nesneler üzerindeki parıltılarını resmetmesi yönüyle empresyonist bir tavrı vardır. “Çallı kuşağı içindeki en katışıksız izlenimci Nazmi Ziya’dır [6] .” Enver Paşa’nın emriyle açılan Şişli Atölyesi’nde de çalışmıştır. Sanatçının, yalnızca empresyonizmin etkilerini taşıdığını söylemek eksik bir bilgi olacaktır. Taşpınar’a göre;
 
Adının, modern resmin kurucusu Cezanne’la, post-empresyonist Van Gogh’la (Res.14), ya da geç empresyonist Bonnard’la, değil de, yalnız C. Monet ile birlikte anılması, sanatının gereğince incelenip, tanınmamasının sonucu olabilir. Cezanne’ın, parçalı renk lekeleri ile kompozisyon oluşturma yöntemi hakkında bilgisi olanlar, Nazmi Ziya’nın, Ortaköy Camii’ nin ön planındaki, ilk bakışta karışıkmış gibi görünen ve kübizmden izler taşıyan yorumlarını anlamakta zorlanmayacaklardır [7].


?Van Gogh, Eski Değirmen, 1888,
Tuval Üzerine Yağlıboya, 54 x 64.5 cm,
Albright–Knox Art Gallery, New York (Solda)

Nazmi Ziya Güran, Şehirden Bir Köşe,
Tuval Üzerine Yağlıboya, 36 x 43 cm,
SSM Koleksiyonu (Sağda)

Resim 14. 

Avni Lifij (1889-1927)

Sanatçı, gençlik dönemlerinde; Ayasofya’da mimari çizimler yapan ve şehrin mimari düzenlemelerini yapan Henry Prost’u incelemiş ve ondan çok etkilenmiştir. Çalışmalarını gösterdiği Osman Hamdi’nin dikkatini çeken sanatçı Sanayi-i Nefise’de bir yıl eğitim gördükten sonra Şehzade Abdülmecit tarafından Paris’e gönderilmiş, burada Cormon’un atölyesine devam etmiştir.
 
Avni Lifij, “Kadıköy’de Belediye Çalışmaları” gibi (Res.15) büyük süslemeci düzenlemelerinde bir Puvis de Chavannes’ı (Res.16) hatırlatan güçte. Lifij, Paris çalışmaları sırasında Puvis de Chavannes’ın Sorbonne Üniversitesi’ndeki, Panthéon’daki fresklerini hayranlıkla seyretmişti (Berk ve Turani, 1981: 48).

Alegorik resimleri olan Chavannes gibi Lifij de savaşı temsilen alegorik bir resim çalışmıştır.
 

Resim 15.
Avni Lifij, Kadıköy’de Belediye Çalışmaları, 1864,
172 x 505 cm,
İstanbul Resim ve Heykel Müzesi



Resim 16.
Puvis De Chavannes, Cider, 1896,
Tuval Üzerine Yerleştirilen Kağıt Üzerine Yağlıboya, 129.5 x 252.1 cm,
Metropolitan Museum Of Art, New York, USA

Sanatçı, “sembolist değerlere yönelen duyarlı anlatımlarıyla ve Romantik ışık değerlerini izlenimci paletle çözümleyen öznelliğiyle olağanüstü resimler üretecektir” (Giray, 2007: 135). Eserlerinde, Empresyonist renk karşıtlığına dayanan açık hava ressamlığına rağmen canlı ışıklılık yerine iç dünyasının da etkileriyle daha az berrak bir boya anlayışı ve bir parça romantizm görülür. “Manzara çalışmalarında ise sanatçının salt doğa görünümlerini tuale aktarma çabası içinde olmadığı, aksine, onun kendine özgü duyu dünyasından bizlere bir şeyler sunduğunu görmekteyiz” (Uğurlu, 1997: 8).

İzlenimci disiplini kimi zaman uygulayan Lifij, düşünselliği ağır basan, içe dönük, lirik anlatımlı eserler de sunuyordu. Bu yönüyle kuşağından bir parça ayrılarak Sembolistlerle arasında ilişki kurulabilir. Lifij’in resimlerinde çoğu zaman gizemli bir akşamüstü ışığını kullanması şiirsel anlatımını desteklemiştir. “Avni Lifij’in bir bölüm poşadları da Constable’den beri bilinen bir yönteme yakındır. Sanatçı her zamanki gibi ayrıntılardan arınmış ve düzenli bir İzlenimcilik diyebileceğimiz dengeli bir serbestlik içinde yoruma giderken…“Ton-Işık” yöntemine başvurmaktadır. Çok geri planların ışık içinde yüzmesine karşın ön plandaki ağaçlar, evler ve yer koyuluk-açıklık değerleriyle boyanmıştır [8] .” Lifij’de Şişli’deki atölyede savaş ve kahramanlık resimleri çalışmıştır.

Sanatçının poşadları empresyonizmin anlık izlenimleri yakalama düşüncesi ile birebir örtüşmektedir.

Namık İsmail (1890-1935)

Sanatçı Paris’te önce Julian Akademisi’nde sonra École des Beaux-Arts’da Fernand Cormon’un atölyesinde dört yıl resim eğitimi almıştır. Almanya’da Lovis Corinth ve Max Lieberman’la çalışmış, çeşitli müzelerde incelemelerde bulunmuştur. Sanatçıda geniş fırça vuruşları ve serbest anlatım yönüyle Corinth ve Lieberman etkileri görülür.
 
Namık İsmail, Fransızların “maniere” dedikleri biraz yapmacıklı üslûbu ile İstanbul sosyetesinin güzel kadınlarını resimliyor, Münih’teki hocası Lovis Corinth’i hatırlatan fırça vuruşlarıyla büyük kompozisyonlar kurma cesaretini gösteriyordu. Resim ve Heykel Müzesindeki “Harman”ı bu tarzının en güzel örneklerinden biridir [9] .

Çıplak adlı eseri (Res.17), Fransız sanatçı Bertrand Georges Jules’dan izler taşıdığı gibi Corinth’den de etkiler barındırır.
 

Namık İsmail, Çıplak (Üryan),
Tuval Üzerine Yağlıboya, 130 x 90cm, 1922,
Özel Kolleksiyon (Solda)

Bertrand Georges Jules, La Femme Aux Cheveux D’or,
1909 (Sağda)

Resim 17.
 
Sanatçının çalışmaları Paris dönüşü ve Almanya dönüşü olarak iki dönemde incelenebilir.
 
Sanatçı, Almanya dönüşünü (1919) ise ikinci dönemi olarak belirtmiştir. Lovis Corinth (1858-1925) ve Max Liebermann (1847-1935) ile çalıştığı yıllarda resimden başka hiçbir şeyle uğraşmadığını…söyler…kısa süre içinde dışavurumcu sayılabilecek bir renk ve fırça tekniğine yöneldiği söylenebilir (Rona, 1992: 21-22).

Akademi’de müdürlük de yapan İsmail; portre, figür, manzara konularında çalışmıştır. Enver Paşa tarafından açılan Şişli Atölyesi’nde savaş resimleri yapmıştır.
 

Vincent Van Gogh, Self-Portrait With Bandaged Ear, 1889,
Tuval Üzerine Yağlıboya, 60 x 49cm,
Courtauld Galleries, Londra (Solda)

Namık İsmail, Otoportre, 1918,
Tuval Üzerine Yağlıboya, 39,5 x 36 cm,
Özel Koleksiyon (Sağda)

Resim 18.

“Namık İsmail’in ışıkla yarattığı tinsel dünya, onu bir ölçüde Van Gogh (Res.18), Rouault gibi sanatçılara da yaklaştırır. İsmail’in portre ve figürleri, nesnel ve psikolojik betimlemenin ötesinde, tasavvufi bir ruhaniliği hissettirirler (Duben, 2007: 87).” Işığı ustalıkla kullanır. “Hareket ve ışık, Namık İsmail’in resimlerinin en önemli özellikleri olarak ortaya çıkar”(Rona, 1992: 28) ki bunlar onu empresyonizme yaklaştıran özelliklerdir.

Namık İsmail, empresyonist, dışavurumcu ve realist yaklaşımlı çalışmalara imza atmıştır. Portrelerinin gerçekçiliğine karşın nüleri serbest vuruşlu, manzaraları empresyonisttir. Daha çok figür çalışmıştır.
 
Fransız izlenimciliğinin temel ilkelerini benimsemesine karşın, saf bir izlenimci olmamış, özellikle teknik açısından Alman izlenimcilerinin etkisi altında kalmıştır. Bazı peyzajlarında gerçek ve saf bir izlenimciliği yansıtmış, uyumlu maviler, yeşiller, sarılar ve yumuşak kahverengiler kullanarak, hafif fırça darbeleri ile tuvali renklendirmiş, bazı peyzajlarında ise kalın fırça darbeleri ile parlak ve bilinçli renk karşıtlarını kullanarak, Alman İzlenimciliğinden kaynaklanan bir dışavurumculuk yaratmıştır (Namık İsmail kataloğundan akt. Tansuğ, 1999: 129).

Mehmet Ruhi Arel (1880-1931)

Sanatçı Sanayi-i Nefise’de Salvatore Valeri ile çalışmış, Çallı’larla birlikte Avrupa sınavını kazanarak Paris’te Cormon atölyesine devam etmiştir.

Resimde akademik bir anlayışa sahiptir. Döneminin Empresyonist anlayışına karşın kendisi koyu renklerle titiz ve ağır çalışmış ve daha çok figüre yönelmiştir. Sanatçı, toplumsal yaşam konuları üzerine çalışmıştır.

Cormon’dan çok Valeri’den etkilenerek daha çok figürlü kompozisyonlara ve iç mekan resimlerine yönelen Ruhi Arel milli değerlerle yoğrulan eserlerinde işleme ve halıları kullanmıştır. Şişli Atölyesi’nde savaş konulu resimler çalışmıştır. Geniş fırça vuruşları ile koyu renklerle çalışmıştır. Eserlerinde realist yaklaşımlar da görülür. “Sanatçı, daha önceki resimlerinde görüldüğü gibi, yer yer izlenimci teknikten yararlandığı kimi yapıtlarında figüre de eşit oranda önem vermekteydi. Böylelikle çalışmaları ne tümüyle akademik ne de tümüyle izlenimci olarak nitelendirilebiliyordu” (Dilmaç, 2009: 262).

Halife Abdülmecit’in desteğiyle kurulan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer alan ve cemiyetin gazetesinde yazılar yazan sanatçı, akademide perspektif dersleri vermiş, Serbest Resim Atölyesi’nde de eğitimcilik yapmıştır.

Hikmet Onat (1882-1977)

Deniz Harp Okulu ve Sanayi-i Nefise mezunu olan Onat, Nefise’de Valeri ve Warnia atölyelerinde eğitim almıştır. Dört yıl boyunca Paris’te École des Beaux-Arts’da Cormon ile çalışmıştır. Burada çok sayıda nü desen çalışmıştır. Açık hava ressamı olan Onat, İstanbul’un manzaralarını betimlemiştir.
 
Canlı renk değerlerinden oluşan tuş tekniğini, ışığın biçimler ve renkler üzerinde yarattığı etkiyi içtenlikle duyumsayan ilk Türk ressamları arasında Hikmet Onat da yer alır… İzlenimcilik, onların sanatına Paris öğrenimi aşamasında bilinçli olarak katılır…Onat için…her güzelliğin resimlenmesi renk ve ışığın birleşiminde gerçekleşir (Giray, 1995: 27-28).

Su yüzeyindeki ışık oyunlarını başarılı şekilde yansıtır.
 
Hikmet Onat…Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Gazetesi’nin de kurucu üyeleri arasında görev almıştır...Denizcilik okulundan mezun olduğu için de seçtiği konular çoğunlukla deniz, kayıklar ve İstanbul’un boğaz manzaraları olmuştur. 1920 yılından itibaren figür resmi yapmayı bırakmış daha çok peyzaj resmine yönelmiştir (Dilmaç, 2009: 254).

Şişli Atölyesi’nde de çalışmış, Serbest Resim Atölyesi’nde eğitmenlik yapmıştır.
 

Hikmet Onat, Erkek Model, 1926,
Tuval Üzerine Yağlıboya, 73 x 45 cm,
İstanbul Resim ve Heykel Müzesi (Solda)

Paul Émile Chabas, Bruma Matinale, 1912 Civarı,
Tuval Üzerine Yağlıboya, 74 x 61 cm,
Özel Koleksiyon (Sağda)

Resim 19.

“Siperde Mektup Okuyan Askerler” (Res.20) isimli eseri aydınlık mekângölgede kalan figürler yaklaşımı ve genel ışık-gölge anlayışıyla Fransız sanatçı Lucien Simon’un eseriyle benzerlik gösterir.
 

Hikmet Onat, Siperde Mektup Okuyan Askerler, 1917,
Tuval Üzerine Yağlıboya, 124 x150 cm,
İstanbul Resim ve Heykel Müzesi (Solda) 

Lucien Simon, Breton Peasants Seated Beside A Menhir, 1912,
Tuval Üzerine Yağlıboya, 98.1 x 125.4 cm,
Museum Of Fine Arts, Boston (Sağda)
Resim 20. 

Dönemin Diğer Sanatçıları

Çallı Kuşağı sanatçılarına yakın anlayışta olan dönemin bazı sanatçıları grubun içinde yer almamakla birlikte onlarla birlikte sergilere katılmıştır.

Sanayi-i Nefise çıkışlı olan Şevket Dağ (1875/6-1944) grupta olmamasına rağmen onlarla birlikte hareket etmiş, sergilerinde eserleriyle yer almıştır. “Cami ressamı” olarak tanınan Dağ’ın enteriyör çalışmaları yoğunluktadır. Akademik ya da Empresyonist olarak nitelendiremeyeceğimiz kendine has bir üslubu bulunur. Ancak atölyede değil mekânın kendisinde çalışması yönüyle empresyonistlerle bağlantısı kurulabilir.

Asker olan Sami Yetik (1878-1945), sanatla da ilgilenmiştir. Sanayi-i Nefise’de de eğitim gören Yetik, askeri konular, peyzaj, natürmort ve portreler çalışmıştır. Hoca Ali Rıza’dan ders almış, Paris’e giderek burada batı sanatını incelemiştir. Julian Akademisi’nde Laurens’le çalışmıştır. Paris’e gitmeden önce Empresyonist anlayışa uzak olmamakla birlikte akademik çalışmalar üreten sanatçı burada serbest bir anlatım edinmiştir. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nde önemli yere sahip olan Yetik yazılarıyla “bir anlamda cemiyetin görüş ve çeşitli konulardaki değerlendirmelerini”(Başkan, 1997: 70) sunuyordu. “İlk cildi 1940’da yayımlanabilen Ressamlarımız adlı kitabını kaleme aldı” (Özsezgin, 1994; 334).

Hasan Vecih Bereketoğlu (1895- 1971) ilk resim derslerini Halil Paşa’dan almıştır. Daha sonra Paris’e giderek Julian Akademisi’nde çalışmıştır. Özellikle peyzaj ve natürmortlarıyla tanınır. Eserlerinde Hikmet Onat’ın etkileri görülür. Bu belki de birlikte manzara çalışmaya çıkmalarından kaynaklanır (Berk-Özsezgin; 1983, 31). Kurbağalıdere ve Salacak görünümlerini izlenimci bir anlayışla çalışmıştır.

Dönemin izlenimci yaklaşımına Naci Kalmukoğlu da (1896-1954) katılmıştır. Rusya’da eğitim alan sanatçı İstanbul izlenimlerini canlı renklerle betimlemiştir. Figüratif çalışmalarında realistken, manzara çalışmalarında empresyonist üslubu kullanmıştır. Rusya’da eğitim alan bir başka sanatçı da İbrahim Safi’dir(1898-1983). İstanbul peyzajlarını resimleyen sanatçı Rus romantizmi ile empresyonizmi kaynaştıran anlayışta eserler üretmiştir. Mehmet Ali Laga da (1878-1947) genellikle poşad çalışır. Bu çalışmalarda güçlü bir empresyonist anlayış sezilir.

Ali Sami Boyar (1880-1967); o dönemde, gazete ve dergilerde sanat üzerine yazılar yazdığından ayrıca öneme sahip olan bir sanatçıdır. Sanayi-i Nefise’de Osman Hamdi, Valeri, Warnia gibi hocalardan ders alan Boyar, Paris’te Cormon atölyesinde çalışmıştır. Dönüşte Şişli Atölyesi’nde savaş konulu kompozisyonlara imza atan sanatçıda da empresyonist etkiler görülür.

SONUÇ

Çallı Kuşağı döneminde kuşağın sanatçılarınca doğa yorumlanmaya başlamıştır. Bu sanatçılar yurtiçinde eğitimlerini tamamladıktan sonra bilgilerini arttırmak üzere yurtdışına gitmiş, eğitim aldıkları okullardan ve izledikleri müzelerden çeşitli etkiler edinmeye başlamışlar, yurtdışında örneklerini sıkça gördükleri nü ve portre çalışmalarını benimsemişlerdir. Natüralist ve oryantalist anlayıştan sıyrılarak Batı’da uzun zamandır etkin olan duyular temeline dayanan empresyonist etkileri eserlerine yansıtmışlardır. Işık ve renk bu kuşağın sanatçıları için önemlidir. Sanatçılar bunu, üzerinde rahatça uygulayabilecekleri, üslubun anlatımına uygun düşen manzara resimlerinde sıklıkla kullanmışlardır.

Cezanne’nın modülasyon olarak nitelendirdiği yeni form verme yöntemi ile özellikle gölge anlayışı değişmiş, ışık başlı başına bir değer haline gelmiş; perspektif, biçim ve konturdan çok nesne üzerine düşen yansıma renkler önemsenmişti. Çallı Kuşağı sanatçılarının eserlerinde de bu özellikler seçilebilir.

Kuşağın ülkemiz sanat yaşamı ve eğitimine de etkileri olmuştur. Çallı Kuşağı sanatçıları katı akademizmi Sanayi-i Nefise’de yumuşatarak gençlere aktarmışlardır. Serbest Resim Atölyesi belki böyle bir okul kurma isteğinin bir parça can bulabildiği bir alandır. İstanbul Çemberlitaş’taki Serbest Resim Atölyesi’nin eğitimci kadrosu Çallı Kuşağı sanatçılarından oluşmuştur.

Namık İsmail’de ekspresif, Nazmi Ziya’da neo-empresyonist izler görünmekle birlikte kuşağın sanatçıları genel itibariyle empresyonist etkiler taşıyorlardı. Nazmi Ziya’nın eserlerinde güneşin pırıltısı, Lifij’de kimi zaman kızıllaşan kimi zaman yeşile çalan ışığın değişen renkleri, Onat’ın deniz manzaralarında rengarenk yansımalar ve ışık oyunları görülmektedir.

Farklı uygulamalara yer veriyor olmalarıyla birlikte ortak noktaları modern sanatı takip ediyor ve onların eserlerinden ve uygulamalarından etkiler alıyor olmalarıydı. “Etki” ile belirtilmek istenen bazı benzer yaklaşım ve uygulamalardır: Bunlar; serbest fırça darbeleri, kullanılan tuş yöntemi, kalın boya vuruşları, canlı renkler, kimi zaman atölyelerden ayrılıp doğada çalışmalardır.

Sanatçının ülkesinde ve dünyada gelişen sanattan ve yaklaşımlarından yalıtılmış şekilde üretim yapması mümkün değildir. Çallı Kuşağı sanatçıları da araştırma ve incelemeleri sonucunda yeni gelişmekte olan soyut sanatla, Kübizm, Fovizm ve Fütürizmle değil, empresyonizm ile ilgilenmiş; bu akımın Avrupa’da uygulamasının aksine kimi zaman koyu renkleri de kullanarak, deseni ihmal etmeden, figürü önemseyerek kendilerine özgü çıkış yollarıyla empresyonizmi zenginleştirmişlerdir.

DİPNOTLAR

* 28.06.2016 tarihinde Anadolu Üniversitesi Engelliler Entegre Yüksekokulu tarafından düzenlenen 4. Uluslararası Sanat Sempozyumu’nda sunulan ve yalnızca özeti basılan “1914 Kuşağı Sanatçılarında Batılı Etkiler” başlıklı sözlü bildirinin genişletilmiş ve makale haline getirilmiş halidir.
  1. Adnan Çoker, http://www.avnilifij.com/theartofavni.html, Erişim Tarihi: 20.03.2014.
  2. Adnan Çoker, http://www.avnilifij.com/theartofavni.html, Erişim Tarihi: 20.03.2014.
  3. Adnan Çoker, http://www.avnilifij.com/theartofavni.html, Erişim Tarihi: 21.03.2014.
  4. Özand Gönülal, İbrahim Çallı, http://www.sanatteorisi.com/Makaleler.asp?sayfa=Oku&id=165, Erişim tarihi: 11.03.2010.
  5. Kemal İskender, Türk Resminin Dünü, Bugünü ve Geleceği, http://htcelik.com/kemal_iskender_turk_resminin.html, Erişim Tarihi: 06.05.2014.
  6. Atila Taşpınar, http://www.atilataspinar.net/makale3.htm, Erişim Tarihi: 03.03.2010.
  7. Adnan Çoker, http://www.avnilifij.com/theartofavni.html, Erişim Tarihi: 21.03.2014.
  8. http://www.edebiyatsanat.com/turk-ressamlari/1546-turk-resim-tarihi.html, Erişim Tarihi: 02.02.2010.
KAYNAKÇA
  • Akbulut, D. (2009). Türk Resminin Öncüleri. İstanbul: Defter Basım Yayın.
  • Aladar, Ş. (1996). Empresyonizm’in Türk Resminde Yansıma Biçimleri ve Yerel Üsluplaşmalar, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
  • Artun, D. (2007). Paris’ten Modernlik Tercümeleri Académie Julian’da İmparatorluk ve Cumhuriyet Öğrencileri. İstanbul: İletişim Yayınları.
  • Başkan, S. (1997). Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye’de Resim. Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları.
  • Başkan, S. (2014). Başlangıcından Cumhuriyet Dönemine Kadar Türklerde Resim (2. Baskı). Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayını: 384.
  • Berk, N. ve Özsezgin, K. (1983). Cumhuriyet Dönemi Türk Resmi. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yay. Genel Yayın No: 248. Cum. Dizisi: 11.
  • Berk, N. ve Turani, A. (1981). Başlangıcından Bugüne Çağdaş Türk Resim Sanatı. İstanbul: Tiglat Yayınları. C: 2.
  • Buğra Bilen, H. (2005). 1914’lerden 1940’lara Türk Resmi ve Romanında Gerçekçilik, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türk Sanatı Anabilim Dalı, İstanbul.
  • Dal, E. (1992). “Türk Resminde Terminoloji Sorunları”, Türkiye’de Sanat Dergisi, Ocak/Şubat, S: 2, s. 32-35.
  • Dilmaç, O. (2009). 16. ve 20. Yüzyıllar Arasında Avrupa’da Akademik Düzeyde Sanat Eğitiminin Oluşumu ve Türkiye’deki Sanat Eğitimine Katkıları, Yayımlanmamış Doktora Tezi Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat Tarihi Anabilim Dalı, Erzurum.
  • Dilmaç O. (2011). “1910-1930 Yılları Arasında Avrupa’da Eğitim Alan Sanatçılarımızın Aldıkları Resim Eğitimlerinin Eserlerine Etkisi”, Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sanat ve Tasarım Dergisi, Aralık, S.: 7, s. 35-52.
  • Duben, İ. (2007). Türk Resmi ve Eleştirisi: 1880-1950. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
  • Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı. (2008). Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi C.: 2. (2. Basım). İstanbul: YEM Yayın.
  • Erol, T. (1995). Türk Ressamları Dizisi-4 Nazmi Ziya. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
  • Giray, K. (1995). Türk Ressamları Dizisi 5 Hikmet Onat. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
  • Giray, K. (2007). Türk Resim Sanatının Bir Asırlık Öyküsü. Kadir Has Üniversitesi Rezan Has Müzesi. İstanbul: Seçil Ofset.
  • Mirza, H. (2013). Sanat Eserlerini İnceleme. Editör: Aynur Denizci. (4. Baskı) Devlet Kitapları.
  • Özpınar, Y. (2007). 1883-1925 Yılları Arasında Paris’te Eğitim Alan Türk Ressamlar ve Yapıtlarının Analizi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişehir.
  • Özsezgin, K. (1993). Türk Ressamları Dizisi-2 İbrahim Çallı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
  • Özsezgin, K. (1994). Türk Plastik Sanatçıları Ansiklopedik Sözlük. İstanbul: YKY Yayınları.
  • Rona, Z. (1992). Türk Ressamları Dizisi-1 Namık İsmail. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
  • Sérullaz, M. (1998). Empresyonizm Sanat Ansiklopedisi. İstanbul: Remzi Kitabevi. 3. Basım.
  • Şehsuvaroğlu, N. B. (derleyen) (1959). Ressam Ali Sami Boyar. İstanbul: İsmail Akgün Matbaası.
  • Tansuğ, S. (1994). Türk Ressamları Dizisi-3 Halil Paşa. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
  • Tansuğ, S. (1999). Çağdaş Türk Sanatı, İstanbul: Remzi Kitabevi.
  • Uğurlu, V. (haz.) (1997). Avni Lifij. İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık.